23 Nisan 2008 Çarşamba

mürekkep düşü


"Bu mürekkebin mürekkep kaleminden mi yoksa damarlarımdan mı fışkırdığını araştırınca dinginliğimi kaybediyorum." (Jean Cocteau)

Muazzam bir yalnızlık vakti, içinde bulunduğum. Odam -bomboş olduğundan mı, yoksa yalnızlığımı sezdiğinden mi, bilinmez- buza kesiyor. Masanın üstü dağılmış; bir iki müzik dergisi, öykü kitaplarım, defterlerim ve yemek artıklarım. Masanın bir köşesinde duran Rimbaud, o delice gülüşünü takınıyor yine. Rimbaud'nun şu dünyadaki yegane eğlence kaynağı olduğumu bilmek beni gururlandırıyor doğrusu.
Pencereye doğru yürüyorum. Gökyüzü alabildiğine mavi. Deniz mi rengini gökten alıyor, yoksa gök mü denizden, halen karıştırıyorum. Çocuk halimden pek bir farkım yok. O zamanlar her şey çok daha doğruydu sadece... Elimi pencereden uzatıyorum. Rüzgar doğudan esiyor. Doğu, rüzgarmemleket, hep özlemini çektiğim ağıtlar kenti... "Bırak, açık kalsın" diyor içimdeki öteki. Bırakıyorum, açık kalıyor.
Pikabımın üstünde dün dinlediğim plaklar duruyor. En baştakini alıp pikaba yerleştiriyorum. İğneyi kara müziğin üstüne koydum muydu başlıyor adam şarkısını söylemeye: "gözlerinde aşk, saçlarında çiçeklerle/ bir kadın var orada/ bir kadın var/ gitar çalar, şarkı söyler ve ağlar..."
Birden irkiliyorum. Bu varoluş sancılarından öylesine yorulmuşum ki, artık hissetmiyorum acılarımı. Oysa değil mi ki onlar, bizim vahiylerimiz; bizi Tanrı'nın ışığına götürecek olanlar; İsa'nın avuçlarındaki çiviler, Muhammed'i yaralayan kılıç?
Pencereme bir taş atılıyor. Muhtemelen gelen aynı adam. Perdeyi aralayıp gülümsüyorum ona: "Bugünlük gelmeyeceğim" diyorum: "Kalemim mürekkebe muhtaç. Günümü onlarla geçireceğim." Peki, diyor ve ekliyor: "Biz hep aynı köşedeyiz". Bu çocuk, ne de güzel gülümsüyor..

Muazzam bir yalnızlık vakti, içinde bulunduğum. Artık kaçamayacak kadar çok kaçtım. Artık bilemeyecek kadar çok bildim. Hepsini -tüm öğrendiklerimi, tüm yaşamlarımı ve tüm kelamlarımı- dünyaya salıverdim. Salıverdim ve kaldım böylece yalınayak, böylece çıplak...
Ah müzik, güzel müzik, akma damarlarıma böyle; patlayacağım, içim boşalacak ve dökülecek tüm benliğim ayaklarımın dibine...
Müziğe bu fırsatı vermeden boya kalemlerimi çıkarıyorum yerinden. Dün, yarım bıraktığım masalımın ortasını çeviriyorum ve önce kağıdın tam ortasına bir mim koyuyorum. Acaba yaşlı doğup çocuk ölseydik, gençlik hatalarımıza fırsat kalmasaydı, daha mı güzel olurdu, diye düşünüyorum ve bırakıyorum bu karalamayı da...

Saçlarıma taktığım kalemi çekiyorum yerinden. Ucu kınalı kahverengi saçlarım dökülürken omuzlarıma: "Bir öykü gerekli" diyorum: "Rimbaud için, şarkıyı söyleyen adam için, benim için..." Bir yeni öykü gerekli bize. Bir yeni düş, bu yeşil duvarlardan ve turuncu günışığından bizi somutlayacak, bu dünyaya geri getirecek olan. Koltuğuma oturuyorum ve plağı değiştiriyorum.
Bu sefer, başka bir adam "orada beni bekleyen biri yok/ çiçekler yok/ aşklar yok/ gülümsemeler yok" diyor. Muazzam bir yalnızlık vakti, içinde bulunduğum. Koltuğumda düşünüyorum. "Acaba" diyorum, "yaşlı doğup çocuk ölseydik..."

3 yorum:

yağmur dedi ki...

yalnızlık.
mahkum etmeyen besleyen yalnızlık.
geç mi geldik bu hayata?yaşlı doğmak mı gerekirdi yoksa?
mürekkebin bitmesin.

bilge dedi ki...

bu mürekkep için bişeyler yazayım diyorum. içimden 'ah deli kız..' demek geliyor. sonra bir ses, bir bakıyorum ki verdiğin misket masamda yuvarlanıyormuş..

bahadır dedi ki...

insanı sessizlikle besleyen yalnızlık, insanın kendini dinlemesine izin veren yalnızlık. içindeki o ses hiç eksilmesin, çok güzel ve ilginç bir yazı. eline, düşüncelerine sağlık.;)