5 Mayıs 2008 Pazartesi

yekta'nın sözü


''bir gün bırakıp gittin.


önce ne olduğunu anlamadım. şaşkınlık bile değildi. kızgınlık, yoksunluk, umursamazlık; hayır, hiç biri değildi. komiktir belki diye düşündüm ama o da değildi. gülmek için anlamak gerek, ben anlamamıştım.

kent, camları uzun süredir temizlenmemiş eski bir işhanı kadar puslu gösteriyordu herşeyi. akşamüstleri çayın altını yakıp, "bir koşu" kuru pasta almaya gittiğimiz, küçük pastane kapalıydı. camında "anlamaya gittim, gelcem" yazıyor sandım önce, ancak yaklaşınca okuyabildim gerçeği: "mal almaya gittim, gelcem" ben gerçekleri ancak yaklaşınca okuyabiliyordum.

ortalık, istemediği birine verilen genç kızın, kına gecesindeki çığlığı kadar sessizdi. belki yolun kenarında çiçek satan çingene neler olduğunu anlamıştır diye ona doğru yürüdüm. önündeki boş teneke kutuları gösterip, "bu gün mezatta çiçek yoktu," dedi. neden herkesin ve herşeyin "gitmiş" olduğunu düşündüm, yanıtını bulamadım.

"belki de," dedim kendi kendime, "sözleşmiş, bir oyun oynuyorlardır bana." sevmedim bu fikri. oysa oyunlara ne kadar düşkün olduğumu bilirsin. ama zamanın ebe olduğu bir oyunda yer almak istemem ben. her sobelenişte biraz daha yorulacağım bir oyunu neden oynamak isteyeyim ki?

köşebaşında durup, yoldan geçen arabaları kovalama çetesi oluşturan köpeklerin lideri boncuk, sakin sakin oturuyordu. "yoksa şimdi o da konuşmaya mı başlayacak?" diye düşündüm. olmaz değil mi? kızma hemen, unutuyorum böyle şeylerin sadece kitaplarda olduğunu.

kitaplara sarıldım hemen. bir uçak kazası sonrasında sevgilisinin etlerini yemek zorunda kalan kazazede gibi saldırıyordum romanlara, öykülere, şiirlere. her bir satır bana acı veriyor ama yaşamak için okumak zorunda olduğumu söylüyordu. bir gün bırakıp gittin ve ben seni yedim.

belki de yeterince zeki olmadığım için anlayamıyordum. benden daha zeki olduğunu bildiğim dostlarıma sorabilirdim ne olduğunu. yoksa bu problemi tek başına çözmem mi gerekiyordu. yoksa yardım almam, senin için kopya çekmek anlamına gelirdi? sana bir sır vereyim mi; yemeğe gittiğimiz ve o seni çok mutlu ettiğimi söylediğin gece, mutluluğun büyüsünü yan masada oturan oğlandan kopya çekmiştim. mutluluk için zeki olmak gerekiyor mu?

o fotoğrafı çektiğin günü hatırlıyor musun? çok mutluydum. mutluyduk. "sakın kıpırdama," demiştin. oysa bak, nasıl da duramamışım yerimde. istediğin bu muydu? kıpırdama diyerek yarattığın tedirginliğin yansıması mıydı? yoksa beni tedirgin eden mutlu olmam mıydı?

kent, leblebi tozu yedikten sonra ıslık çalamayan bir çocuk kadar çaresiz, geceye kavuşuyordu ve ben ne olduğunu anlayamıyordum. oysa nasıl da sorardın herşeyi ve ne de güzel anlatırdım sana gizleri. kendi gizlerimi saklayabilmek için sözcüklerin gizemine sığınırdım. senin kapılarını açabilmek için, sözlerin kilidini kırardım. şimdi gecenin en karanlık köşesinde aynı sözler, celladım olup, kendi seslerini okuyorlar.

bir gün bırakıp gittin ve ben hiç bir şey anlamadım.

ilkokul öğretmenimin küçücük elleri vardı. birinci sınıfta, okuma yazmayı herkesten önce öğrenip, kırmızı kurdeleyi hakedince, kalın ciltli bir kitap hediye etmiş, sonra da o küçük elleriyle saçlarımı okşayıp, "çok zeki bu çocuk çok, herşeyi hemen anlıyor," demişti.

ben sana çocukluğumu vermiştim. onu da götürdün. bu yüzden mi hiç bir şeyi anlamamam? tabii ya, sen o zeki çocuğu da götürdün giderken. çarpım tablosunu, keşifleri, icatları, yağmurda ıslanmaları, lezzetli kuru pastaları, gündoğumlarını, günbatımlarını, sözleri, sesleri ve her birinin büyüsünde bin gece harcadığım kelimeleri anlamıyorum artık. herkesin bu kadar zeki olduğu bir kentte, ben bir aptalım artık.

ne olur geri gel, şu kırmızı kurdeleyi de al benden...''

yekta kopan.


Hiç yorum yok: