"sevgili nezir kim olduğunu bilmiyorum. neden orada yattığını, daha ne kadar kalacağını da... kaç yılı içeride geçirdin, bilmem mümkün değil. ama böyledir işte, kalp bir işaret çizer ve yaratır kaderini. ben dün akşam döndüm istanbul'a... senin mektubunu gönderdiğin adrese uğradım. son kitabımın şiirleri ingilizceye çevriliyordu ve bu haberi yayıncıma vermek istiyordum. sonra senden gelen mektubu verdiler. bu ikinci mektubun her nedense acele posta servisiyle gönderilmişti. merak içinde kaldım. mektubunu okuyacağım kafeye nasıl vardım hatırlamıyorum. bir temmuz günü yazdığın ilk mektubunun 6 ay sonra istanbul'a kar yağarken ulaşmasını hatırladım sonra. benden kitaplarımı istiyordun. şiir seven, öyküler yazan biri olduğun dışında kim olduğuna dair hiçbir bilgi yoktu. kaç yaşında olduğunu dahi yazamamıştın. hangi suçtan yattığını... ilk mektubunu boğaz'ı geçerken topkapı'nın, üsküdar'ın hep durduğu yerde nasıl da durduğunu düşünürken okumuştum. o gün yazdığım uzun bir şiiri sana göndermek istedim ama senden esirgenen rüzgârla dalgalanan boğaz'dan söz etmekten utandım. içine kapatıldığın duvarları ya daha da karartırsa yazacaklarım diye göndermekten korktum. ama o şiir duruyor nezir. sana yazıldı, senindir...
bu ikinci mektubun... midyat m tipi cezaevi'nden gönderilmiş. üzerinde mühür olan ön yüzünden ibaret sanarak okumaya başladım. çünkü adın, adresin ön yüzündeydi. ayın büyüttüğü oğullar kitabımı kürtçeye çevirdiğini ve gönderdiğini yazıyordun. çeviriyi kürtçeye hakim olan birilerine okutmamı ve öylece karar vermemi istiyordun. yayımlayıp yayımlamama inisiyatifini bana bırakarak. kitapta geçen 'kardeşlerime' kelimesini kürtçeye ji birayen min re (yani erkek kardeşlerime) diye çevirdiğini belirtiyordun. 'türkçede malumunuz dişil eril belirteçleri yoktur. ama kürtçede öyle değil' diyerek. nezir braye min elbette doğru anlamışsın. o şiirde anlatılanlar erkek kardeşlerdi. hakkımda bir gazetede çıkan 'beyaz kürt' suçlamasının aklını nasıl bulandırdığını anlatıyordun. duyduğun geçici kararsızlığı... ama sonra bir başka gazetede benim ağzımdan yazılanları okuyup 'beyaz ya da kara kürt ne fark eder bu şiir çevrilmeyi hak ediyor' diyerek çeviriye oturmuştun. üstelik mektup yazmak dışında iki yıldır eline almadığın kaleme aşkla sarıldığını söyleyerek. küskün olduğun edebiyatla barışmanı sağlamış olmak nasıl bir gurur bilsen nezir. ama gururdan söz etmeyeceğim... mektubunu 'benden bir şey isterseniz eğer, her hafta görüşüme gelen arkadaşımın telefonu şu...' diyerek bitirmişsin. yazdığın telefon numarasına, arkadaşının adına bakakaldım. senden bir şey istemek... senden, bir şey... cezaevi nezir, midyat, dağlar, mor gabriel'in kızıl rahipleri, çanlar, uğultulu bozkır... üzüm bağları, terk edilmiş, boşaltılmış köyler, evlerin yüzleri, kapılar. sessizlik nezir... sessizlik... 'benden bir şey isterseniz eğer?' diyen satırların. nezir sen bir mahkûmsun senden ne isteyebilirim? bunu böyle söylemendeki zarafet nasıl kahredici... utandım nezir. senden her şeyini esirgeyen dünyaya hâlâ bir şeyler vermeye çalışman. senden ne isteyebilirim? şiirimin sana orada teselli olmasından daha büyük bir hediye olabilir mi? ama gönderdiğini söylediğin kürtçe şiir dosyası çıkmadı zarftan. mektubun arka yüzünü çevirdim. kargacık burgacık bir yazıyla 'şiirler kürtçe olduğundan hükümlüye geri verildi' deniyordu. imla kurallarından bihaber olan her kimse adı, imzası yoktu. boşlukta mektuba hiçbir biçimde ait olmadığını anlatmak için salınan iğreti harflerle. 'şiirler kürtçe olduğundan hükümlüye geri verildi.'
nezir ne kadar emek harcadın bilmiyorum. o şiirleri anadiline çevirmek için ne kadar istek ve zorluk yaşadın bilemem, ama yaptığın ve büyük bir hevesle şairine göndermek istediğin o şiirler sana geri verildiğinde ne yaşadın bilmek isterim. öyle çok isterim ki bunu. yüzüne bir duvar gibi kapatılan hevesin nasıl ağırlaştırdığını hayatı orada... bir başka mahkûmiyet bu. dil aracılığı ile bağlantıya geçmek istediğin dünya nasıl da yüz vermedi sana. kimliğin, varlığın nasıl da yokluğa eşitlendi bir kez daha. nezir ben o kırılmanın ne demek olduğunu iyi bilirim. insanın umutsuzlukta bulduğu hevesin kırılmasının nasıl bir ölüm duygusu yarattığını. üstelik bu kırılma anadilinde yazdığın bir şiirle çıkıyor karşına. ya annene onun dilinde mektup yazmak isteseydin? sahi nezir annene hangi dilde mektup yazdın? hangi dilde 'anne gel dedin, yorgunum, hastayım, gücüm tükendi...' bilmiyorum nezir. hiçbir şey bilmiyorum. bilmek istediklerim elbette var. bu ülkede insan olmanın, yaşamanın yüreğimize bir taş koyar gibi yaşamanın dayanılmaz olduğu anlar var. kalbim ağrıyor benim. sen ne haldesin? arkadaşını aradım. telefonda sesim titreyerek bir şeyler söylemeye çalıştım. anlamadı belki de. 'ne kadar üzgünüm bilseniz' dedim. neticede duygular aklımızdan geçenleri o kadar derinlere götürür ki onlara eğilemeyiz. öyle ya boğaz'ı geçen bir motorda okunan bir mektup mardin'den, midyat'tan, duvarlardan söz eden... boğaz'ın sularına bakıp utanmak sadece kürt olarak doğmakla mı ilgilidir? bilmiyorum. bu ülkenin yasalarını yapanlar, bu ülkenin parlamento'sunda oturanlar, bu ülkenin sınırlarını bekleyenler, bu ülkenin duvarlarını örenler insanı unuttular belli ki. unutmuş olmalılar ki içeride hayata tutunmanın tek yolu olarak edebiyatı, şiiri seçen bir adamın hevesini böylesine kırıyorlar. zaten ölüm olan duvarları ölümle sıvıyorlar.
şiirlerim bu güne kadar ondan fazla dile çevrildi. ingilizceden katalancaya, arapçadan portekizceye... bir şair için bir başka dilde var olmanın sevinci en az şiiri yazdığı zamanki kadar büyük bir sevinçtir. kürtçede var olmanın özel anlamı beni hep çeviri konusunda hassasiyete itti. hep şiirlerimi kürtçeye aşkla çevirecek bir şiirsever bekledim. meğer nezir'miş o. nezir'e o var olma sevincini yaşatmayanlar daha ne kadar adlarını gizleyerek son derece özenle ve sevgiyle yazılmış mektuplara gölge edecekler? sormayacak mıyız?"
bejan matur. -16mayıs08, zaman.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder