30 Aralık 2008 Salı
Replikas
oluyor arada böyle güzel şeyler.
buyrunuz.
20 Aralık 2008 Cumartesi
bakbukedi
bak bu kedi.
ötekisi de moru senden -ve nasıl olduysa beyazı benden menekşeler.
ve bu kadar gri bir kentte güneş açtı bu sabah.
ve yaşıyoruz işte biz, ne güzel
ve insanlar ne güzel, kediler ne güzel, aşklar, menekşeler ve sen ve ben ve karanfil ve çay.. ve ne güzel yaşıyoruz biz birbirimizden millerce uzakta, ne güzel..
giz.
18 Aralık 2008 Perşembe
düğün gecesi / üzgün kedi gazeli
huuu !
ne güzel geceler.
ve insanız biz Ya Rumi.
ve insanız, ve unutuyoruz Can Rumi.
bak, gecen gelmiş, bak kimseler ses çıkarmıyor; bak sema dönerken güzel yüzlü semazenlerin, çoğu dervişin olamadan, sikkenin anlamını yitiriyor..
ey benim güzelim, ey benim kıymetlim. benim yol göstericim, benim can dilim. düğün gecene hazırlandım günlerdir. günlerdir güzelliği kaybetmiş gibi davranıyor idim ben, ben bütün şairlerin kölesi, ben senin yolunun tozu olayım Rumi, ben senin sayfalarında yitip gideyim, ben seni duymayanlara, seni bildireyim. evvel seni duymayı nasip eyle bana Rumi, evvel seni anlamayı nasip eyle. bana yaşatmadan eyleme, karşıma çıkardığın güzellikleri heder etmeme izin verme, karşısına çıktıklarıma bildir beni, ben bütün şairlerin kölesi giz, “eylemek” için geliyorum onlara, senin kelimelerini eylemek için. bilsinler can Rumi, bilsinler her şeyini.
ben sirkeyle çalsam kapılarını, yolunda şarap olacaklar; ayçiçekleriyle gelsem, çekirdek dökecekler… Rumi, ey benim bütün kilitlerimin anahtarı, ey benim başlangıcım, benim sonum, dua et bana, dua et ki, Şems yolumdan çekilmesin. Şems, seni peşine düşürdüğü gibi düşürsün beni yoluna, ben giderim peşinden asırlarca, ben yürürüm Rumi, yeter ki yemyeşil duan üstümde olsun.
ve insanız biz ya Rumi.
Şeb-i Arus bugün. Bak insanlarımız ölüyor, hem de hiç bilmeden, hiç-bir-şey bilmeden. Rumi anlat onlara ölümü, anlat yarın yaşayamayacak olmamızı, ama “ölüm güzel” de, onlara; ölüm düğün günüm benim, de, ağlamayın arkamdan, de. ama biz buralarda, ölmeden bin kez ölürüz ya hani, ondandır ki her doğuş güzeldir bize, her güneş güzeldir... gene de bazı bazı, biz de ölsek ya senin gibi, biraz daha insanca ölsek, aşk dolu ölsek de çıksak yar katına, olsak yarene düş. olsak toprak, olsak çiçek. belki arı oluruz ya hani, birimizin güzelliğini toplayıp, ötekisinden çiçek yaparız... eninde sonunda varacağız ya hani o yere, güzel varsak hani, güzel bir gece ölsek de, düğün yapsak hani..
ama unutuyoruz işte.
o kadar “insanız” ki, hep güzel geceleri unutuyoruz..
düğünün kutlu olsun Rumi, yeniden, güzelce, şenliklerle kutlu olsun. biz gene bir elimizi Yar’e, ötekisini Yaren’e çeviririz de, adını anarız aşk dolu gecelerde.. düğünün kutlu olsun Rumi, her gecen gündüz, her mekanın cennet olsun...
giz. 18aralık.
bu da "duyan"a şiir:
"gözlerin yağmurdan yeni ayrılmış
gibi çocuk, gibi büyük, gibi sımsıcak
sen bir şehir olmalısın ya da nar
belki granada, belki eylül, belki kırmızı
gövden ruhunun yaz gecesi mi ne
çok idil, çok deniz, çok rüzgar
çocukluğun tutmuş da yine aşık olmuşsun
sanki bana, sanki ah, sanki olur a
aşk bile dolduramaz bazı aşıkların yerini
diye övgü, diye sana, diye haziran
heves uykudaysa ruh çıplak gezer
gazel bundan, keder bundan, sır bundan
gözlerin şehirden yeni ayrılmış
gibi dolu, gibi ürkek, gibi konuşkan
hadi git yeni şehirler yık kalbimize bu aşktan"
7 Aralık 2008 Pazar
bayramgizi / sessiz
"keşke ben daha şiir doluyken karşılaşsaydık.."
*ah muhsin ünlü
çünkü dün gece öldüm, herkes birşeyler söyledi, ben öldüm. ve küllerim savruluyor dört bir yana, bir arefe günü, uzuyor banyo yapan çocukların boyu. ben dün gece öldüm ve kimse sesimi işitmedi.
o kadar çok konuşuyorlar ki insanlar, o kadar çok gazete okuyorlar ki, yanlarındaki ölülerin üstüne örtülen gazeteleri görmüyor gözleri bir türlü. ben dün gece öldüm ve kimse okumadı gazeteleri.
ve sonra bayram geldi. bir neşe, bir rehavet.. ben dün gece uyumadım, evde kaçak sigara içtim, kendime tarçınlı ve karanfilli çay yaptım. ve nasıl oluyor da, bir bayram bu kadar değiştirebiliyor insanı. bir bayram, dedim kendi kendime, koltukta uyuyakaldım, bir bayram dedim, uyandım. ve çocuklar gelmedi kapıya. gülümsedim, pijamalarım halen üstümde, bir faslı gibi evde dolanıyorum, saçlarım kuş yuvası ve telefonun çalmasını bekliyorum. artık çocuklar kapıya gelmiyor ve insanlar koyunlar kesiyorlar. oysa ben artık et yemiyorum, daha da fenası, hayatım boyunca kavurma yemedim. ve babam, komşulardan gelecek etleri bekliyor, ve bu sefer ona, etleri kesmesinde yardım edecek kimse yok.
ne diyordum, bayramlar. artık bayram da yok. çünkü ben deliriyorum. bana her gün bayram çünkü, şeker getirin, şeker getirin, saçlarım artık kısa, artık bir kadın değilim. şeker getirin, getirin..
ne diyordum, bayramlar. gidin öpün ananenizin elini. insanlar, ne kadar güzeller, ama sokaklarda yok hiçbiri.. evlerinde televizyon izlerken onlar, onları düşünün, ne kadar güzel olduklarını, bazılarının, hepsinden daha güzel olduğunu.. düşünün, gülümseyin, birşeyler yapın, iş buysa madem, madem bayram mutluluk demek, madem yaşıyoruz ve birşeyler bırakmamız gerek dünyaya, gülümseyin. bazılarınızın gözleri masmavi, bazılarınız çiçek gibisiniz, biriniz kehribardan tesbihler taşıyorsunuz gözlerinizde -ve ne iyi tanırım ben seni-, ve ben hepsini görürüm, madem bayram mutluluk demek, gülümseyin, ben mutlu olurum.
ne diyordum, bayramlar. güzel olsun, kutlu mutlu olsun, dua edin her dince, kendi dininizce, ister om diyerek yogaya durun, ister kutsal kitapların en güzel sayfalarını çevirin, ister çiçek toplayıp şükredin tanrıya, ister aşık olarak, ama beni unutmayın, nolursunuz, arada bi, güzelce dua edin bana da; mesela, mesela, müzik yaparak.
hoşça kalın.
giz
"ne kutludur, gönlün dilediği amber kokulu rüzgar ki, senin havanla seher çağı erkenden esip tozdu.
ey vuslatı mübarek kuş, yola kılavuz ol. o kapının toprağına iştiyakımdan gözlerim eridi, su oldu.
gönül kanına garkolan bu zayıfı hatırlayarak ufuktaki hilale bakın !
sensiz yaşıyorum, bu ne utanılacak şey. meğer ki sen affedesin, yoksa bu günahın özrü ne olabilir?
sabah rüzgarı seher çağında aşka düşerek kara elbisesini yırtıp atmayı aşıklardan öğrendi.
yüzünün aşkıyle bir gün alemden gidersem toprağımdan yeşil ot yerine kızıl güller biter.
senden uzağım. bundan dolayı şikayet etmekteyim, nazik hatırın incinmesin.
dur bakalım, hafız'ın şikayete daha yeni başladı..."
30 Kasım 2008 Pazar
28 Kasım 2008 Cuma
bildim
saçlarımı kesmiş olabilirim, herkesten olabildiğine uzak kalmış olabilirim, ne bileyim, kimseye selam bile vermek istemiyor olabilirim bazen, sürekli boza içiyor olabilirim, bisiklet istiyor olabilirim, müzik dinliyor, tütün sarıyor ve çay koyuyor, olabilirim..
ama aşık oluyorum ben de, mesela, canımdan yar geçiyor, bedenime basıyor bazen. özlüyorum ben de, insanları, onu, tütün sarışını belki. bir tek ben biliyorum bunu. belki bir de o. peki ötekiler? şu muazzam gece vaktinde, rahatsız etmek istemezdim kimseyi, ama ben birşeyler biliyorum. sade şeyler mesela, dostluk gibi. sade muhabbetler. oturup bir şarkı sözüne güldüğünüz, kelimeleri biriktirip iki günlük dosta-kaçışlara bütün halleri sığdırdığınız, dostu özlediğiniz, yari özlediğiniz, oturup bir dilencinin haline ağlamayı özlediğiniz anları -oysa hiç mi hiç sade şeyler değildir bunlar. sade beyazdır ve benim yeşillerim var-. hepsini biliyorum, adım kadar, kelimelerim kadar. ve şimdi, güzel insanlarım, sizden isteğim tek birşeydir, nolursunuz, kelimelerimi düşünmeyin. onlar sade değiller, sadece kelamlar. içimden çıkıyorlar, fışkırıyorlar, galeyana geliyorlar, akıyorlar size doğru, nolursunuz, kelimelerimi düşünmeyin. ve nolursunuz, kafanızı bana takmayın, yalnızlığınıza beni ortak etmek istediğiniz zaman, ordayımdır, yanınızda, dibinizde. yahut benimle aynı yatakta uyuyayamamak isterseniz yine, gerdanınızdan öpebilirim sizi.
hoşça kalın.
kedim, boynundaki kocaman şişliği kanatarak içindeki tüm iltihabı hırkama döktü. ağlıyor, yarasını kaşıyor, ağlıyor. derken, bütün uykum kaçtı. midem ağrıyor. ve siz bana nelerden bahsediyorsunuz..
giz.
15 Kasım 2008 Cumartesi
dembedem'dir, dem bu dem'dir
ege illerinde dostlar bulmuşum, gidip sofralarına kurulmuşum
bir ben var imiş, benden içeri, ben'i ney ile avutmuşum..
bin selam herkese. kasım illerinde veyahut eskişehir ellerinde çiçekler açtıran dostlar getirdim size. gün güzel, gün sisli, etrafı güneştir muhakkak. sokaklarımız var bizim, sokaklarda bin adem, sokaklarda bin yara, sokaklarda bin ses... dostlar getirdim size, sokağın sesini duyan, hayyam'ın nefesine şükrettiren, nar'ın tanelerini yerden toplayıp, ateşten parelerle etraflarına haleler çizen dostlar, bin yar, bin yare..
yolum düşmüş barışarock'a, tanış etmişim güzel canlarla, evlerine konuk, düşüme müzik, baş ucuma düş eylemişim. evlerinde bin düş görüp, binini müziklerine yormuşum.
adları "dembedem". "an ve an" yahut. nefes nefese kalıp konuşulan, durmadan dillenen müziklerine, en güzel addır bu, gördüm. dinledim zikirlerini, duydum, en içimde. dinleyin diye size fısıldattım kelamlarını, an bu andır, dem bu demdir, dembedem'dir, vesselam...
izmir'in yeşili kadar açık, dergahın yeşili kadar koyu. vakit mayıs ayıyken dünyaya göz açmış dembedem, sokakları arşın arşın dolaşıp, insanların gözlerine bakmış. gönüllerini, canlarını ortaya koyup, tek sofraya oturtmuş da tüm müziklerini doğunun ile batının, aralarını düzeltip, köprüler kurmaya çalışmış. zira ne oradan, ne şuradan. tam içten, en içten tınlayıp da, sular, seller aşıp da geliyor müzikleri. ah ne güzeldir, ney sesiyle zikredip, def ile şaman olmak...
sonra çiçekler, çiçekler ya. bin çiçek var bu müzikte. hepsi açıp meyveler vermede bu ara. sularını koyduğumuz tüm çaylar ocak üstünde demlenmede. aman derim, fazla açmayın ocağı, elden gönüle bir ateş koyuyor da demli çaylar, geçmek bilmiyor. ondandır ki, ney sesi ateştir, yel değil, diyor neyzen, kimde bu ateş yoksa, yok olsun. diyeceğim o'dur, gözlerinizi açın da bakın sokaklara. insanlar var, aşık. insanlar, müzik yapıyor. insanlar, dolanıyor sokaklarda, divane. insanlar, acı çeker. insanlar, tevfik'tir. insanlar, hayyam'dır, sabbah'tır. insanlar, bizim insanlarımızdır, dem-be-dem seslenirler yedi düvelden, gönül yurtlarından, kuyularından müzik çıkan bahçelerden. bazen bir ney sesi, bazen altmışlardan gitarlar. yan odamda çınlıyor, yan odamda çınlasın, yan odamda, an ve an, dembedem çınlasın.
koyun çayları suya, gönülleri odlarda yakın.
dem bu demdir, dembedem'dir, vesselam...
indiriniz efem
myspace
23 Ekim 2008 Perşembe
kuş düşü
doğu'nun ortasına konmuşum.
vatanım yangın yeri,
canım pare pare...
ben bir garib kuşmuşum,
kanatlarım kırılmış, düşmüşüm..."
kuşlar, ah canım kuşlar. hava grileşirken inadına, ve daim, daima grileştirirken bizim o rengine geceler harcadığımız canlarımızı, uçun kuşlar, grinin inadına o körpe bedenlerinizi, o kahve kanatlarınızı, öpmeye kıyamadığım mor boyunlarınızı gere gere, aşağıya hiç bakmadan, uçun. ben, ölürken asırlarca, siz konun benim asırlık ıhlamuruma. kokusunu koku edin kendinize. artık kururken benim cam önü menekşelerim, artık ıhlamuru indirmezken ben rafımdan..
canım nar olmuş da, dökülmüş yerlere. kimse yemiyor yemişlerimden. yemişlerim, yeminiz olsun kuşlar, az biraz inin de yiyin onları. siz onları yer iken, izleyeyim ben de o morlu yeşilli boyunlarınızı..
koynuma alsam sizi, uyusak gecelerce. öpsem o gerdanlarınızdan, dokunsam kanatlarınıza. titrese ellerim benim de, siz titrerken ellerimde.
benim şehirlerim soğuk; bazen, insan bulamıyor canına güzellik. ben korkarım beyazdan, kışın ne kadar da ak oluyor bu şehir, geceleyin nasıl da kararıyor. gelmeyin, desem şehirlerime, özlerim ben sizi kuşlar, gelin, gelin de üşüdünüz mü yatın göğsümde..
bazen uykum geliyor. neye delalet düşte kuş görmek? yorsam düşümü size, güzel olur mu yorumu? tutsanız saçlarımdan, götürseniz şehirlerinize, gelsem ya kuşlar, olsam siz, olsam siz..
kötü vakitler, deyip kaçıyorsunuz şehrimden. doğrudur, doğrudur, lakin deyin bana hele, vakti siz iyi etmeyeceksiniz, kimin gerdanından öpeyim ben?
gördüm, demişti çocuk, dervişler tozlu bir avazla gezinirlermiş, meyveli ağaçlar kadar kederlilermiş. uçun kuşlar, o meyveli ağaçlara. uçun da erenler görsün mor, görsün yeşil, o leyli'ye göz kırpar gerdanlarınızda...
giz.15ekim'08.eskişehir.
11 Ekim 2008 Cumartesi
rast makamı
etrafı kabak bağlar
kırık köprü altında gule
murat'ın suyu çağlar
gule, uyan, sabahtır gule
yüreğimiz yanıktır
şu dağlar bizim olsa gule
etrafı üzüm olsa
yârin uykusu gelmiş gule
yastığı dizim olsa
gule, uyan, sabahtır gule
yüreğimiz yanıktır
*ezginin günlüğü'yle hakan yılmaz'ın ortak albümünden dinleyin bu türküyü. dinlerken beni hatırlayın. göçebe olduk ya hani, güzeldir ya hani böylesi, ben işte, yolda, evde, küçük evimde hep dinliyorum bu türküyü, diyorum ki, şu dağların etrafı üzüm olsa da, yapsak bir şarap, dillensek güzelcene, olmaz mı?
ben gidiyorum yarın-gene. bu sefer bir sürü yazıyla dönmek ümidiyle.. zira kelam denen şey, kapıma uğramaz oldu.. lakin gönül bu ara kelebek misali, kanat çırpıp kaos yaratacağı yerleri beklemekte.. mideme inip, gönlümde uçmakta..
hoşça kalın!
giz*
9 Eylül 2008 Salı
terk-i diyar
lakin ondan evvel, okul açılana kadar, kaçıyorum ya şehr-i izmir'e, canım nayi'nin yanına. sokakta bana rastlayan olursa selam etsin. ha, eskişehir'e kaçmak isteyen olursa, son deyişimdir, buyrun gelin.
çok uzun vakitler yok olacağım. cibran'ın deyişi ile: "biraz dinlenip, rüzgara yaslanacağım. ve başka bir kadın bana gebe kalacak..."
ha ondan işte.
yine, güzelce görüşmek üzere.
hoşça bakın kendinize,
selam olsun, aşk olsun.
muhabbeti eksik etmeyin...
giz*
4 Eylül 2008 Perşembe
uyuyakalan
dün misal, eskişehir'deydim. gece dörde doğru indiğim şehirde, üniversite kaydından sonra, saat onikiye doğru, varuna kafe'de -gara yakın olan- uyuyakaldım. öyle bir uykuydu ki, gördüğüm rüyalar yüzünden suretimin şekli değişiyordu, zira pamuk ipliğiyle bağlıydım rüyaya, gözüme ışık giriyordu -rüyalarım bereketleniyordu benim de.
sonra, gara gittik, dayanamayıp. ben de başımı çantama koydum, ayaklarımı uzattım ve garda uyuyakaldım. bankın üstünde. yeşil bankların üstünde. uyumadan evvel anneme, yeşile zaafım var, dedim. yeşile zaafım var ve fena halde uykuluyum. festival biteli dört gün oluyor, ama uykum var, uykum var, uykum var.
sanırım, bünyem iflas ediyor. niye anlattım, bilmiyorum. yakında uyuduğum uyku dolayısıyle beyin hücrelerim ölebilir. bu son yazım bile olabilir. bilmem. bilmem.
neyse, bir konu daha var. yanımdan bir çocuk geçti bugün, elinde önlüğü, boyu bacağım kadar. boyum kısadır. bacağım kadar boyu olan bir çocuk, varın siz muhayyil edin. diyeceğim şudur, bacağım kadar çocukları okula alan zihniyete tüküreyim ben. bırakın oynasınlar yahu...
24 Ağustos 2008 Pazar
adı yok 'yaz
''Yaz bitmeden gel
Yapraklarım solmadan
Narlar olmadan gel
Gün devrilmeden
Yeşil erik beyaz örtüye konmadan gel ''
Dediğinizi duyar gibiyim... Yanılmıyorsam buyurun o zaman; ADI YOK 45 ÇIKTI! İftiharla sunarız...
Bu Sayıda;
ali ömer akbulut- şair ve deli
ayhan aslan- gülme
bilge doğansoy- isminiz
bilge göksu- virginia woolf’tan yazarlık dersleri
cihan tekin- danell
deniz depe- bitmeyen öyküler
ela yıldız- söz bitti
emre sert - '' benimle oynamıyorlar anne!''
ezgi harmancı- gece görüşü
gizem altınordu- ederlezi
hüseyin kaya- yeşil zeytin
ihsan sönmez- sessiz
kerem toprak- deruni
nesli ruken han- rivayete mani olunmaz
nihan şentürk- istanbul çocukları
onur büyükbaş- dünya
ömer sevinçgül- kendin kalem ol!
özge korkmaz- cümlem
zinnur çetin- an
… Ve Gizem Altınordu’nun başarılı müzik grubu "GEVENDE" ile yaptığı samimi söyleşi…
http://www.adiyok.com
dergi bi lira, köşe başındaki gazetecide bulamayabilirsiniz, lakin, biraz dolaştınız mı, elbet karşınıza çıkar..
21 Ağustos 2008 Perşembe
Ağustos Muhbiri
*Eddie Vedder, Sean Penn'in Into The Wild filmi için yaptığı şarkılarını çalacağı kısa bir ABD turnesine çıkıyor, bu arada Pearl Jam de yoksullukla savaşan Robin Hood Vakfı yararına verdiği konserde üç milyon dolar topladı. ikibinsekizyüz kişi kapasiteli Beacon Tiyatrosu'ndaki konserin bazı biletleri ikibinikiyüzelli dolara alıcı buldu.
giz: Vedder, sana sesleniyorum. burada yüzyıllardır seni bekleyen bir sürü güzel çocuk var, tamam mı? ABD'den başka gezecek yer yok sanki. ben de izledim o filmi be ! ağladım hatta. Pearl Jam burada da fakirler var. sizinkilerden daha fakir hem de. zenci değiller, lakin, suratları isten pisten simsiyah kesiyor be İnci Reçellerim. peeh. dinleyen kim.
*Devendra Banhart yan projesi "Megapuss" için long play hazırlığında.
giz: öperim yanaklarından Devendra. benim evim olacak Eskişehir'de, her daim beklerim, long play'i benim evde hazırlayabilirsin.
*Rage Against The Machine'in solisti Zach De La Rocha, Mars Volta'dan John Theodore'la yepyeni bir grup kurdu. "One Day As A Lion"ın kendi adını taşıyan ilk EP'si çıktı bile. İkilinin "Wild International" adlı şarkılarını grubun Myspace sayfasından dinleyebilirsiniz.
giz: hey dostum, müziği hissedebiliyor musun?
*Bob Dylan bootleg'lerinin sekizincisi "Tell Tale Signs" adıyla ekimde yayınlanacak. İki Cd'lik albümde "Oh Mercy", "Time Our Of Mind", "Love and Theft" ve "Modern Times" dönemlerinden yayınlanmamış kayıtlar, bazı şarkıların alternatif versiyonları yer alacak.
giz: sanırım torunlarımı da büyütecek bu adam. yüce Bob, sessiz ozan. artık biraz dinlensen, biraz sakinleşsen diyorum bazen, sonra yiyorum laflarımı, sen böyle güzelsin; amma, mızıkan ve o kırılgan tavrınla daha bir güzelmişsin sanki, ha?
*Queen, konserlerde mikrofonu emanet ettiği Paul Rodgers'la ilk stüdyo albümünü ekimde yayınlayacak. "The Cosmos Rocks", Freddie Mercury'nin ardından yapılan 1995 tarihli "Made in Heaven"dan bu yana ilk Queen albümü olacak.
giz: ne diyonuz ya. yorulmaktan kastım buydu. sakinleşmekten, kastım. efsanelerin ismini söylerken bile destur diyor ademoğlu. isimden kazanma amaçlı bu ticari kaygılar.. ah ah..
*Jimi Hendrix'ten iki buluntu haberi: Stephan Stills'le otuz sene önce yaptığı kayıtlar, Stills'in deposunda ortaya çıktı. Hendrix'in 1967'de Londra'da Astoria'da kırdığı gitarın Noel Redding'in evinde bulunan parçalarıysa açık artırmayla satılacak. En az bir milyon dolar etmesi tahmin ediliyor. Hendrix iki kere daha sahnede gitar kırmış, ama o parçalar bulunamamıştı.
giz: ne bencil insanlar var arkadaş ya. adamın evinde Hendrix kayıtları duruyor, çıkartıp da bak biz nettik, demiyor. yahut, kafası o kadar LSD olmuştu ki, hatırlamıyor olabilir o kayıtları. ahah. kırdığın gitar olayım Hendrix.
benim cephemde de gidiş haberleri var tabi, Eskişehir'den ev tutacağım, bi de Eskişehirspor taraftarı olmayı düşünüyorum. buyurup gelin lütfen evime. eylül ortası, ekim sonu gibi, oralardayım artık.. es es es, ki ki ki...
giz.
15 Ağustos 2008 Cuma
13 Ağustos 2008 Çarşamba
barışarock havadisleri
Ademoğlu neyi bekler? Aşklarını, insanlarını, yollarını, otobüslerini… Ben bunların hepsinden ziyade, müziklerimi bekliyorum. Bana ilhamlar getirecek müzisyenlerimi, muhabbetler getirecek dostlarımı bekliyorum. Yolum senelerdir aynı yere düşüyor. Hiç yanılmadım. Hep güldüm, hep bağırdım. Arkasından çok laf ettim, doğru, ama yine de, kürkçü dükkanı gibi dönüp dönüp aynı festivale vardım.
Bizim blog ahalisi de katıldı müzik yolculuğuma bu kez. Hiç bu kadar büyük bir obam olmamıştı, oldu, ne de güzel oldu. Zira dostlar güzeldir; hele ki upuzun yollardan varmışlarsa şehrinize, size neler anlatacaklar, neler. Kulak vermek, dinlemek farz. Beni de dinleseniz şimdi, hoş olur aslında.
İçim pır pır ediyordu birkaç gün önceden. Sokakta arayıp bulamadığım müzisyenler çıkacaktı çünkü festival diyarlarında. Ben de, tamam, dedim, buralarda bir yerlerdeyiz, henüz yaşıyoruz, halen ölmedik. Cuma günü vardık festivale, bir sürü çadır kurduk. Dört kişilik çadır almıştım, iki kişilik çıktı, filan, neyse. Sonra bir keşfi-z zünun edelim dedik, gezdik, dolaştık. Cumartesi’yi beklemek bana öylesine büyük bir azap vermeye başlamıştı ki sona doğru, dedik olmayacak böyle, yürüyün duman şehirlerine…
Derken, sabah oldu. Günlerce beklediğim müzisyenlerimin gelmemesi yüzünden acayip bi bunalıma girdim, bunalımdan beni neşeyle gülümseyen Gevende’ler çıkardı. Onlar soundcheck yaparlarken biz kaçtık oralardan. Alternatif sahnede çalan Kırmızı Nokta, Kaçak ve Human Harvest’ten de kaçtık, özür dilerim. Sonra Ahibba derler bir grup gelmiş, ne kadar güzel bir lehçeyle Arapça rock yaparlarmış. Dinledik de dinledik onları. En güzel şey toprak, diyorum ben her daim. Buram buram, sıcacık, sıcaktan yanmış, yakılmış…
Sonraki yegâne rotam Dembedem’di. Simya ve büyüyü bildiğim gibi bilirim bazı şeyleri. Güzel çocukları yüzünden tanırım; muhabbetlerini güzelliklerinden okurum. Dembedem beni zerre kadar yanıltmadı. Sahneye adım attıklarından sonra, her şey, öylesine yüce bir ayin haline geldi ki, en son bi “hû” çektim, kendi başıma. Der ya şarkıcı: “Müzik benim zikrimdir, döndüm, durdum” Ha öyle işte, öyle bir şeyler işte Dembedem…
Change of Plans gözüktü sahnede. Ychorus ahalisi olarak, İkarus gibi kanatlandık burada. Güneş’e değip kanatları eritmekti bizim amacımız, lakin COP bizi bundan sakındı. Sahneyle seyirci arasındaki iletişimi tamamen keserek, kanatları yere eğdi. Lakin yine de gayet iyiydi benim için. Zira, yüzüme tükürseler de dinlerim onları ben. Ayriyeten; Dembedem-COP-Feryal Öney-Gevende gibi bir liste yapan yüce insana buradan selam duruyorum. O nasıl bir zihniyettir arkadaş?
Neyse. Feryal Öney gözükünce ben tabi bir şenlendim, bir “Bahar” oldum. Feryal, sahnede öyle durur ki, bütün Barışarock’ın duruşunu okuyabilirsiniz yüzünden. Mikrofonu öyle bir tutar ki, bizim Joan’ımız da o derim içimden ben. Hep söyle, hep ağlat Feryal. Hep çektir o halayları, o gözyaşlarını hep döktür. Senin aracı olduğun ağlamalar her daim mübah bana… Bu kadar güzellikten sonra Gevende’ye gerek kalmadı yahu dedim içimden bi. Sonra anlamış olacaklar ki, izlediğim en iyi iki üç performanslarından birini sergilediler. Hem de o yüce üflemeliler olmadan. Progressive. Bağıra çağıra. Ağlata ağlata. Gri. Buz mavisi. Renkli değil bu sefer Gevende. Bu sefer, çığlık atıyor gitarlar Esinti’de. Ahmet, söylerken Crest’i, Nusrat’in küfrü oluyor; yavaş yavaş akıyor bedene, kötü söz demeden hiç, anlatıyor derdini, veriyor dermânımı…
Gün bitiyor, çekiliyor bulutlar. Yıldızlar, tekrar gözüküyor. O gece, yer kalmıyor çadırımda. Ben de uyku tulumumu alıyorum, çıkıyorum masaya, iki saatlik rüya göreceğim şurada. Bırakın beni diyorum, dinlemiyorlar. Ritm tutuyorlar yanı başımda. Susun diyemiyorum, diyene kadar, rüyalarım uzuyor, ritmlerim uzuyor, ben yeni bir uykuya daha dalıyorum…
Ertesi sabah Hayvanlar Alemi buldu bizim obayı. Tanrı, ne güzel insanlar yaratmış. Gelip konuştular, olsa çay yapacaktım, yoktu. Öğleden sonra onları dinlemek için alternatif sahneye doğru ilerlerken, ağaç altında oturan Dembedem’i gördük. Aman sabahlar olmasın diyerek yanlarına ilerledik. He, bunu diyordum işte. Öyle güzel ki muhabbetleri, öyle yürekten insanlar ki, dinleyin. Kulak verin müziklerine. Orada rap yarışması filan vardı, bir ara muhabbet öyle çağlıyordu ki, ben müziği bile duymadım. Sağol Dembedem. Hayvanlar Alemi’nin müziğinin arasına dostluğunuzu kattığınız için. Ha bir de, ağaç altında Hayvanlar Alemi dinlemek, ne de güzel oluyor…
DDR için uzaklaştı blog yukarılara doğru. Ben de, nasılsa sarkıyor bu vakitler diye, durdum alternatif sahnede. Iya Waves adlı bir reggae grubu çıktı sahneye. Yüce Gaja, Yüce Jah Jah. Bu müzik, duamız olsun size…
Son anda koşa koşa yetiştim DDR’a. Can beni görmüş, öyle söyledi. Sonra gittik onlarla da konuştuk. Benim kelamım yetişmiyor artık güzel çocuklara dua etmeye. Çok yaşa DDR.
Gene aşağıya inesiye, artık, hiçbir şey hissedemez haldeydim ki, Genç Cazcılar'ı gördüm. Seçim mükemmel olmuş. Aferim. Ferhat Öz adlı adamın Nature Boy’u söylemesi bizi kendimizden geçirdi… Cümbüş Cemaat’in o dillere destan olası vokalisti de sahneye çıktığında, artık festival doruk noktasına ulaşmıştı. Bu çocuk hep Ali Baba desin, biz de onu dinleyelim. Göbek filan attık biz. Göbek atmak, bir direniş şeklidir.
Ben sonra, dostlarımla takılasıya vakit çattı, İzmir’den gelenleri yolculamak gerekti. Her daim arkada kalmak. Bu ne garabet. Ben böyleyim. Artık, insanların arkasından su yerine göz yaşı döküyorum. Tıpkı ilk günkü gibi. İzmir’dekiler Dembedem’le yollandı. Ben de söz aldım, söz verdim, yolum İzmir’e düşüyor. Bekle beni yeni kent…
Diyeceğim şudur:
Güzelliklerini -son şarkıya yetişmiş olsam da- ve muhabbetlerini bizden esirgemedikleri için DDR'a.
Blogumuzun obasını görüp el salladıkları, yanımıza geldikleri için, Gökte Güller Açıyor'u çaldıkları için Hayvanlar Alemi'ne.
Yanımızda olduklarını bu denli hissettirdikleri için Dinar Bandosu'na.
Güzel kelamlarını, düşlerini, güzelliklerini, müzikleri dinlediğim ilk gün fark eylediğim muhabbetlerini bana sundukları, beni hiç mi hiç yanıltmadıkları için Dembedem'e.
Her daim, her zaman, her gün, her saat, saniye.. dostum olarak kaldıkları için, üflemeliler olmasa da progressive de yaparız abi, dedikleri için, doğaçladıkları için bir de, Gevende'ye.
Tolga'ya, Özer'e Baran'a; Emre'ye, Orçun'a, Kürşat'a; Murat'a, Zerrin'e; Serkan'a, Yaşar'a.
Tanıdığım, tanımadığım binlerce gülüşe, Sinan'a, açtığı için Güneş’e, yağdığı için Yağmur’a.
Attığım göbeklere, çaldığım vakitlere.
Hepsine bin selam, bin teşekkür.
Varsın gelsin yine festivaller, varsın gelsin yine dostlar, yine müzikler…
Tatlar damakta kalmaya !
giz*
4 Ağustos 2008 Pazartesi
ionesco
bazen bazı adamlar kafama bir-şey-ler yapıyor. titriyorum.
"yaşamın bu denli güzel olduğunun farkına varamamak. ah... ne budalalık ! yakında, yarın, bugünlerde, geri dönmekte olan bahar güzelliğine gideceğim. ağaçlar şimdiden yapraklandı. yaşam bir ara, bir yük gibi gözükmüştü gözüme. şimdiyse bir süs, bir anıt, bir gösteri gibi gözüküyor. ah, ah keşke insan dünyaya bir ölünün gözüyle bakabilseydi.."
ionesco.yalnız bir adam.
3 Ağustos 2008 Pazar
cuckoo
"senin için hiçbir şey yapamam Billy, biliyorsun bunu. hiç birimiz yapamayız, anlaman gerek. ne zaman insan birine yardım elini uzatsa, kendini saldırılara açık bırakır. kurnaz olması gerek. bunu en az benim kadar sen de bilirsin. ne yapabilirim? kekelemeni durduramam, bileklerindeki jilet izlerini silemem, ellerinin ardındaki sigara yanıklarını yok edemem. sana yeni bir ana veremem. hemşirenin seni tüketmesine, senin kendine olan saygının yüreğinin köşecağızında kalan kırıntılarını da yok edip, dertlerinin içine burnunu sokmasına gelince, onların karşısında da sana destek olamam.
anzio'da, ikinci dünya savaşı'nda, bir arkadaşım vardı Billy. elli metre ötede bir ağaca bağlamışlardı. susuzluktan dudakları çatlamış, durmadan inliyordu. ona yardım etmemi söylediler. ama yapamadım. beni makinalı tüfekle delik deşik ederlerdi.
suratını benden sakla, Billy."
guguk kuşu/ken kesey
31 Temmuz 2008 Perşembe
hit the road, jack
"bana sorarsanız gerçek yaşam, hiç durmadan, dosdoğru, denize doğru gitmektir."
tanımadığın insanları özlemek, ah ne büyük komedya.
geldiğimden beridir, keşke yolda kalsaydım, diyorum. insanlar bana ulaşamasalar, nerede diye merak etseler, bazen akıllarına gelsem, bazen zihinlerinden düşsem, lakin yine de yolda olsam, tüm yorgunluğum, pejmürdeliğim, parasızlığımla; yüce gökyüzüm, denizim, insanlarım, tanımadığım, bilmediğim insanlarımla. keşke oralarda olsam da, buralar kırmasa beni böylece. olmaz mıydı? jack. sana diyorum, olmaz mıydı? "amaaan, ne evi yahu ?" derdin burda olsan, koyardım pikabımın üstüne bir bebop albümü, dinlerdik jack. dinlemez miydik?
hey jack, söyle bana. hangi şehir kırabilir seni ? hangi şehrin insanları yüreğini parçalayabilir jack? kim bu kadar güçlü. kim bu kadar umursuyor hayatı. ah bilirim. bilirim ben tüm onları... içimi acıtıyorlar jack. gel buraya, ray arkamızdan şarkılar yazsın. natalie, hey jack, derken eşlik edeyim ben ona. hayatı bu kadar umursayan insanların arasında büyüyorum ben jack. beni büyütüyorlar.
buralar kötü. buralar fena, jack.
sen gel. istersen benim neal'im ol, istersen arkana bile bakma, ben arkanda yürürken.
bu şehirler, insanlarıyla, üstüme geliyor.
benim yollarım nerede, jack?
27 Temmuz 2008 Pazar
yol toplaması
onca yol yaptım, neler dinledim neler.. bi cigabaytlık yüce mp3 çalayırım'ın içinde az uz birşeyler vardı, döndüm dolaştım.. alanya'da dinlediklerimi buraya koyamıyorum: kardeş türküler, ahmet kaya'lar, rembetika'lar, meyhane şarkıları.. lakin on tane şarkı buldum buralarda.. belki seversiniz siz de, giz yol yaparken neler varmış zihninde, kimlerin kelamları, kimlerin müzikleri, masalları.. görürsünüz..
buyrun bakalım bu sefer, yol toplaması'na.. güzel şarkılar sizde, dostluklar bende kalsın. olmaz mı?
01. Justin Adams - Sanakubay
02. The Black Keys - The Wicked Messenger [Dylan Cover]
03. Yeasayer - Sunrise
04. Sigur Ros - Hljomalind
05. Cocorosie - Good Friday
06. Antony and the Johnsons - For Today I Am A Boy
07. Charlotte Gainsbourg & Calexico - Just Like A Woman [Dylan Cover]
08. Willie Nelson & Calexico - Señor (Tales Of Yankee Power) [Dylan Cover]
09. Patti Smith - Land
10. Bob Dylan - Blowin' in the Wind
indir: yol toplaması
*açıkçası evet.. Dylan'ın yüreğime kaçtığını itiraf etmeliyim..
25 Temmuz 2008 Cuma
güney illerinde yâreler varmış
ben de düşüyorum kimi zaman.
tabi üşüyorum ben de.
sırf o yüzden kaçıyorum başka şehirlere; yazın kuzeye, kışın güneye.. bu sefer yaz vakti güneş’in güldüğü şehirlere kaçtım. bu sefer, kendimi bir yaz mevsimi çiçek açarken buldum; bu sefer kavruldum sıcaktan, dost sofralarına oturdum, müziğin en toprak kokanından koydum içime içime, ah ben de düşüyorum kimi zaman.. düştüğümde pek ağlamam da, birikir bütün kelimelerim, birikir de başka bir yerde can bulurlar.. bu sefer güney’e kaçtık biz. açtığımız tezgahlar siftahsız kapandı, Alaiye’yi İstanbul yaptık da bir çaycıya kaçtık kaçtık durduk gecelerce.. bol adaçaylı, Toroslar’a sevdalı, uykulu, yemekli, şarap dolu, karanfilli bir Ege turu attım, Akdeniz sahillerinde yüzdüm, dost tabiri ile “yüreğimdeki bütün yüzler o’na dönüşürken” ben bolca aşık oldum.. bazen sustum, rüya gördüm; dinlemek istersiniz diye notlar tuttum. sansürlediğim kelimeler, cümleler, olaylar harici, buyurun bir de buradan:
*
eğer haziran 31 gün değilse, bugün 1 temmuz olmalı. ama saat henüz 11 buçuk, demek ki haziran’ın son günü daha bitmemiş, ne zekiyim.
“yolda” olmak kadar keyif veren pek bir şey yok bana. lakin bu şüphesiz ki “konformist politikanızı reddediyorum, yola düştüm ben de ülen” gibisinden bi laf değil.
ışıklar söndü yahu.
neyse, yaşasın yol, bekle beni Fethiye.
*
1 temmuz oldu.
safi pisboğazlığına yenen sıcak gözlemenin, gecenin bir vakti mideme oturmasını çok seviyorum.
bir de burası çok güzel bir şeyler kokuyor. sanki birisi üstüne bisküvi sürmüş gibi. sahi, bu kokuyu nereden hatırlıyorum acaba…
*
saat beş buçuk
nereye gidiyorum ben yahu?
şimdilik mayıs’ın yanına, evet…
*
emin değilim, ama galiba bugün temmuz’un 3’ü. - 4 de olabilir – galiba 4’ü.
dört gün üç gece binlerce şey duymuş, dinlemiş, gülmüş, eğlenmiş olmam gibi kocaman güzelliklerin yanı sıra, tekrar yoldayım. otostopla bi otobüse bindim, para istemiyorlar…
*
saat 2. acayip uykum geldi. ayın 5’i yeni bitti.
yeni şehir Alanya’ya alıştım sayılır. lakin Fethiye’nin bana öğrettikleri olmadan kaç vaktimi daha sağlam tutabileceğim, bilmem…
kalbimle boğazım arasında bir yerde öylesine büyük bir sızı var ki, nefes aldırmıyor, düşünmeden düş’ürüyor beni.
bilsem, vuslatım yakındır, sıkıntımı rüzgârla göndereceğim de… yeni şehir öylesine gürültülü ki, rüzgâr bile kendine yer bulamıyor…
*
“dünya, inan ki, bildiğin gibi değil çocuk”
6sı ayın. başımda çatı olmadan oturmak istiyorum.
bilge boncuk diziyor, ben dizemiyorum. cinlerimle başım dertte yine.
bunca sonsuzluğun arasında somutlaşıp, dünyaya karışmak zaten koyuyorken bana, niyedir içimin soyutluk bayrağını kalbime dayaması?
*
ayın 9u olalı bi saat yirmi dakika oldu.
buraları pek sevmedim. iki günde bi liralık tezgah yapmak bana pek keyf vermedi doğrusu.
düşünüyoruz şimdi.
bir meyve, ondan bu kadar beslendiği halde, neden terk etmek ister ağacını?
kuşlar mı, sık dallar mıdır nedeni.
ekinimiz hangi toprakta tutacak buralardan göçersek… göçemezsek nasıl söyleyeceğiz onlara, suyumuzun onların yollarına akmadığını…
“oralarda biri var mı” diyor Antony, “beni ölmeden koruyacak”
*
ayın 11’i olalı 2 saat oluyor.
masalımı okudum bilge’ye, dedi ki:
“yanmışsın sen, beni de yakıyorsun”
birisini yakmak ne garip hismiş.
kafam çok güzel.
alanya’yı sevmedim, lakin adamın dediği gibi:
“insan bugün yaşamazsa, ne vakit yaşayacak?”
içim özlem doldu. içime özlem doldurdu.
birisini özlemek ne garip hismiş.
“önümde şarap, çek babam, çek babam, çek…”
*
14 temmuz bugün.
eğer az evvel tarihe bakmamış olsaydım, cidden haberim olmayacaktı.
kumsaldayım, alanya’nın denizi dahil hiçbir şeyini sevmedim.
şarkıda şöyle diyor Dylan:
“she takes just like a woman
she makes love just like a woman
she aches just like a woman
but she breaks just like a little girl…”
öyle işte…
*
“neden yolcusun bu kadar
gideceksen
al götür umudumu…”
17 temmuz.
siftahsız tezgahlarımız, sıkıntılı “ev” muhabbetlerimiz ve bomboş bir dolabımız olsa da,
bilge dostla burada olmak, beni zoraki denize sokması, “olm git biraz ahmet kaya dinle” filan demesi ne güzel be…
*
19 temmuz 00.50
“isimler büyülüdür. sade büyülü mü, isimler hem de büyücüdür.
bir isimle ol ismi taşıyan, evvela hemnâm; bir zaman sonra hemsıfat ve hemmeşrep;
derken hemdil, hemkadeh ve hemsohbet; en nihayetinde de hemsefer oluverirler.
sefer vakti kapıya dayandığında,
yolcu yolunda
hancı hanında gerektir.” (elif şafak)
*
“şu tren yolunun ardına takılıp gitmek gerek arkideş…”
ayı 20sine ulaştırdık gene.
yakın vakitte yollanıyorum Alanya’dan. Fethiye günlerinde öğrendiğim –o kadar çok şey öğrenmişim ki- her şeyi tekrire vardırdım şu kaldığım günler içinde.
dumanların zihinle ciğer arasında nasıl gidip geldiğini görüp, esrik halde dolaştım Alanya’da. şehir güzeldir. kelimelere pek sahip olmasa da, aşkları akla düşürüşü hissedilmeye değer. zira ay’a vurgun can dostlarınız varsa eğer, bu şehirde dolunay ne de güzel görünüyor…
*
temmuz 21’e vardı.
şehir, yollarını ayağımın altından çekedursun, tekrar otobüsteyim. yolculuk Olympos’a.
bir bakıverelim, ne edermiş bu gençler.
daha sonra Denizli’ye geçip, trenle şehr-i Stambole’ye geçeceğim.
bu kadar yol yapıp, filmdeki adamın deyimiyle: “gerçek aşkı arayıp”, hep başka yollara sapmak, başka insanlara aşık olmak, ne garip…
oysa sevdamı dahi beşeriyetten en uzak şekilde seviyorum ben. lakin bu kadar düşerken düşüncelere, imkan var mı onun şehrine, onun evine, onun gönlüne yakın kalabilmemin?
*
birkaç saat sonra uyanıp otobüse atlamam; önce Antalya kavşağına, sonra Antalya’ya, Denizli’ye ve İstanbul’a varmam gerek.
Olympos can yaktı. güzel gülüşlü dostlar varmış buralarda, geç geldik, erken gidiyoruz yine. olsun. ahmet kaya söyleyen yüreklere sağlık. şarkı söylerken takılan gözlere sağlık…
yandım. düşüncesi bile beni bin derde düşüren bin bir minareli şehri uzaktan daha çok seviyorum ben. yüreğimi takıyorlar güney şehirlerine, muhabbetli susuşlar, musikili günler, boncuklu geceler…
kalsam ya hep buralarda, kalsaydım ya…
ve der ki bilge’nin ahmet’i:
“söyle, ben nerdeyim, o nerde?”
yâr, yandım…
ah, ben, yandım...
*
şehirden yola çıktım, tren raylarına doğru.
gün 22 temmuz. son dönemin en garip hissiyatı içimde.
ilk kez bir kent böylesine kucakladı beni. bunca şehre düşürmüştüm de yolumu, hiçbirinde böylesine sahip çıkılmamıştım. güney şehirlerinde bir şeyler bırakıyorum. Olympos’a dönüp toplamaya başlayacağım.
ne kadar uzağa düşürsem de yolumu, ne kadar yürek yangınıma ateş atsam da, ne kadar tav olsam da güzel isimli, güzel sesli çocuklara, yol çağırır beni, çantam artık “hep” gitmelere hazırlanır.
lakin hiçbir şey değil de, şu piç gibi kalmışlık var ya. bir tek o koyuyor bana, gerisi “ne güzel ağaçlar, ne güzel şehirler bunlar…”
*
iğrenç bir an.
nereye gittiğimi öylesine unutmuşum ki, az evvel kendime “nereye” diye sordum. akabindeki “İstanbul” yanıtı pek de iyi geldi.
keşke tabelalarda hiç İstanbul yazmasa.
keşke bizim oralarda da böyle yaylalar ve Tanrı’ya şükrettiren Toroslar olsa…
*
nerede olduğum konusunda en ufak bir fikrim yok.
Denizli’den trene atladım, arkamda sarhoş bir adam oturuyor, bir sürü küçücük bebe gülüşüyor ve ölesiye açım.
insanlar içimdeki genç Cassady’yi ne zaman fark edecekler acaba?
“nobody feels any pain…”
*
trende geçirdiğim vakit 20 saate ulaşmak üzere.
cebimde iki lira para ve kafamda bunca uğursuz cinle sağ salim yüce karmaşa Stambole’ye varmak istiyorum.
*
temmuz 24
şehre vardım, eve vardım.
beyoğlu’na düşürdüm yolumu. zira çatılı evlerde ne kadar fazla durursam, o kadar çok yaklaşacakmışım gibi geliyor tehlikeye.
şehir yara, şehir acı, şehir özlem bugün.
gece karabasanlar ziyaret ederken zihnimi, bu şehir ne vakit çekecek kukla iplerimi, bilmem…
giz.
13 Temmuz 2008 Pazar
uzak
içime dost tohumları ektim, gezdim gezdim durdum, dost tozu sürdüm yüzüme, muhabbetlere muhabbet, cana can koydum..
biliyorum, çok merak ettiniz beni, hiç şüphem yok; lakin söyleyeyim, biraz daha kayıbım, canım dönmek istemez büyük şehirlerinize, birazdan denize girip balıklarla oynayacağım, akşama karanfilli dumanları içime çekip kahvemi tadacağım..
buraları pek sevmedim, kalabalık güney şehirlerini.. lakin itiraf ediyorum ki, dostlarımı özledim; kimisi yollara bile uzak bir köyde çay yapıyor, kimisi istanbul'un tozunu yutuyor.. öylesine özledim ki onları, içim pare pare.. hepsini gönlümün ayrı tarafıyla selamlıyorum her daim.. her daim içimde bir yerde birileri için masal biriktirip, birileri için masal topluyorum.. birisinin masalını yazıp, küçük çocuklara masal anlatıyorum..
29 Haziran 2008 Pazar
15 yıldır Kardeş'iz
One Love’dan sadece iki gün sonra, Kardeş Türküler konserine gitmek için Beyoğlu’ndan Kuruçeşme Arena’ya kadar yürümem, üniversite yaşantımın nasıl olacağı hakkında yavaş yavaş fikir veriyor bana.
Kardeş Türküler benim hayatımdaki en önemli hadiselerden biridir. Onların önemi, gitmediğim diyarlara beni bir düş mesafesi gönderebilmelerindedir. Onların önemi, dostlarımla halay çekecek, yahut göbek atacak kıvama bizi getirebilmelerindedir. Onların önemi, dostlarımla müzik dinlememi sağlayabilmeleridir..
Bilge bize bedava bilet bulmuş. O zaman gidelim, dedik. Zaten bu şehirden kaçışım o kadar erteleniyor ki, bir de bunun için erteleyelim, dedim, ne olacak? Hiç. Derken bir baktık konserdeyiz. Önde beş kişilik yer var, e tamam, hemen geçelim…
Beyaz perdede Deniz Gezmiş, Kazım Koyuncu, Ahmet Kaya’lar; eylemlerden fotoğraflar, kadınlar, güzel kadınlar, rengârenk kıyafetli sürmeli kadınlar…
Konser 15. yıl şerefine öyle güzel başladı ki, daha ilk şarkıda kafalarımız sallanıyor, elimiz havada geziniyordu… Leman Sam’ın televizyonlardan alışmış olduğumuz berraklığı, güzelliği gerçekmiş. Neşet Ertaş “goynum” derken yüreğinizdeki sazların en ince teline öyle bir dokunuyormuş ki, “gönlüm” diyemiyormuşsunuz bir daha. Lakin anlatmak istediğim başka bir şeyler var. Aynur Doğan var mesela. Ahmedo’yu öyle bir söylüyor ki, “Ahmed” adlı bir sevdiğiniz yahut “Amed” adlı bir özleminiz yoksa bile, sizi o acı senin, bu sızı benim gezdiriyor; yüreğinize yaşlar serpiyor, sıkılıyorsunuz, ağlamak istiyorsunuz... Ben ağlıyorum, sizi bilemem. Daha sonra, sanırım on beşinci kez yaptıkları gibi birlikte Keçe Kurdan’ı söylediler. Biraz daha farklı şeyler bekledim ben galiba. Ama bu farklılıkta atlanmaması gereken bir şey var ki, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun folklor ekibi şahane. Hele Newroz ateşiyle içimiz yanarken, onların Newroz oyunları... Aman diyeyim, denk gelirseniz, sakın ola kaçırmayın.
Birol Topaloğlu ne kadar mütevazı, ne kadar güzel gülüşlü bir adammış. Ben bunu gördüm, içim bir hoş oldu. Son zamanlarda bir acayip toprak problemi çekmekteyim. Nereli olduğuma dair çok soru soruyorum kendime. Konserde de bu oldu. Birol Topaloğlu’ndan sonra çıkan Esma Redzepova sayesinde “nereliyim ben yahu” diye sordum bin kez kendime, zira ikinci şarkıdan sonra kendimi milletin önünde göbek atarken buldum yine.
Esma bir güzel kadın. “Çingene kraliçesi” diyorlar ona. Elli senedir şarkı söylüyor ve elli senedir güzel. Elim ayağım titredi dinlerken onu. O ne güzel “İbrahim” deyiştir ya hu..
Sonra yavaş yavaş bitmeye yüz tutuyor konser. Berfin’i söyleyerek yürekleri dağlıyor Kardeş Türküler. Konser bitiyor, açık havada parlayan yıldızları görüyorsunuz. İçiniz bir neşe dolmuş; bir hasretlik var toprağınıza. “Gidelim” diyoruz, “gidelim köyümüze…”
Ben terk-i diyar ediyorum. Ben köylere gideceğim. Masallar toplayacağım. Şarkılar dinleyeceğim…
giz.
26 Haziran 2008 Perşembe
OneLove sonrası
Nasıl anlatsam, nerden başlasam…
22 Haziran itibariyle yazımın en güzel konserlerini dinlediğimi, heybeme binlerce dostluk, müzik ve güzellik doldurduğumu ilan edebilirim. Gidemeyeceğim Björk, Kravitz, Levy vb. konserleri yüzünden haftaya terk-i diyar ediyorum. Ben böyle bir insanım. Eğer bir yere gidemiyorsam, ondan olabildiğine kaçarım.
Hah, konumuz neydi: One Love Festival. Öyle bir tınısı var ki, evvelde: “One Love diyor yahu? Jah Jah? Rastafari? Lee Perry?” filan diye düşünmüyor değil insan. Geçen sene barındırdığı bolca elektronik müzikten hatırlıyorum kendisini, elektronika denen tarz beni devekuşu misali toprağın altına soktuğundan ötürü bu sene de “yok aman kalsın” diyecektim ki, sarıya boyanmış çiçek çocuk afişleriyle tav etti beni kendisi. Derken bir baktım: Kolektif İstanbul, Gevende, Baba Zula, Shantel, Gogol Bordello. Deliriyorum sandım.
Pazar günü yola koyuldum, kendimi sahne önünde buldum. Önce biraz poi döndüreyim dedim, başaramadım gene. Sonra uzaklardan Richard’ın saksofonunun sesini duydum, bir baktım çimen üstünde konser var. Festival şenlikle başlamıştı. Keşke bütün konserler böyle çimen üstünde olsa, diye düşündüm. Kolektif İstanbul ne güzel işler çıkarıyor. Son albümleri Krivoto’dan sonra hepten şenlenmiş müzikleri, dinlemeyeli. Daha sonra Gevende’ye geçti sıra. İnsanın müzisyenleri tek bir şarkısının bile 3-4 farklı halini görecek kadar iyi tanıması, ne garip. İyi bir şey mi, muhakkak. Hele ki, Gevende gibi, dostluğunuzu dostlukla karşılayan, sesinize müzik veren insanlar varsa hayatınızda, ne mutlu size. Ama onlardan ayrı düşünce, bu, bir sevgili acısına bedel. Beş sevgili acısına bedel… Her neyse, Gevende tabi ki çok çok iyiydi. Nusrat Fateh yorumladıklarından beridir müziklerini yüz kat daha fazla seviyorum, varın siz düşünün. Lakin yine de, ben yeni bir şeyler bekliyorum onlardan. Ahmed’in Aquarium’u, Okan’ın Küp’ü gibi… Baba Zula’ya pek geçmek istemiyorum açıkçası. Senelerdir kendilerini dört gözle beklemiş olmanın verdiği heyecanla, Selim Sesler’in önünde attığım göbekleri kesip sahne önüne koşturdum. Derken hayallerimi kırdıkları yetmiyormuş gibi, üstünde dansöz oynattılar. Kırıklar ayaklarına batsın inşallah. Yaklaşık üç gündür arkadaşlarımla “Baba Zula’nın ataerkilliği” üstünde çetin ve derin tartışmalara girmiş olsam da, yine de iyi tarafından düşünüp “adamlar zaten bunu yapmak istiyor” düşüncesini benimsiyorum. Yoksa işin içinden çıkılmayacak. Zira dansözün üstünden geçmeler, ağzıyla şal almalar falan filan… Bunlar bana göre şeyler değil maalesef. Geçenlerde bir arkadaşım “artık yapabilecek fazla bir şeyleri kalmadı” demişti. Umarım öyle değildir; lakin gidişat onu gösteriyor…
Derken Romanya ve Almanya semalarında toplanmış feminist Miss Platnum sahneye geldi; ben giysem yakışmayacak o güzelim mavi kıyafeti, erkeğini kadınını âşık edebilecek güzellikleri zenci vokalleri, çalarken şişmek yerine zıplayan trompetçisiyle… Murat Ertel’in ataerkilliğine cevap olarak mı Bayan Platnum’u oraya koydular, bilemeyeceğim. Ama o sesiyle Amy Winehouse olmak yerine triphopvari bir hiphop yaptığı için kendisine şükranlar sunuyorum.
Platnum sahneden indiğinde hava kararmış idi galiba; zira Shantel sahneye çıkıp zıplayarak gitar çalmaya başladığında ben de yıldızları sayıyordum. Disko Partizani şarkısıyla çıkış yaptığında Shantel, “herkeste de bir Balkanseverlik böyle” gibi ipe sapa gelmez yorumlar yapmıştım; lakin bunu yaparken şarkı çaldığında fark ettirmeden kendimden geçiyordum. Disko Boy’u Partizani’den daha çok beğendiğimi itiraf etmeliyim. Shantel’in de böyle bir festival için biçilmiş kaftan olduğuna şüphem yok. Yanındaki mükemmel orkestraya gelince, Bucovina Club, tam olarak Keşan kahvesinden çıkmış gibiydi. Davulcuları ve kemancıları, özellikle. Duruşlarını gayet iyi koruyan müzisyenlerdi kendileri. Gogol Bordello’yu beklerken güme gitmediler yani.
Kerhane-i Gogol’ün elemanları sahnede gözükmeye başlayınca bendeki heyecan, hiç abartmıyorum, gittiğim ilk konserdeki gibiydi. O kadar fazlaydı ki, artık algılarım kapanmıştı. Eugene denen adamın gerçek olduğuna kanaat ettikten sonra, geçen sene Rock’n Coke’a çıkıp televizyonun karşısında beni ağlatmalarının hıncını aldım zıplayarak, atlayarak, son olarak mıhlanıp kalarak dinledim kendilerini. Akordeoncunun deli olduğunu düşünüyorum halen. Deli değilse bile eskiden palyaçoluk yapmış olma ihtimali çok yüksek bence. Kemancı amca için diyecek lafım dahi yok. Karayip Korsanları filmi, galiba kendisinden ilham alınarak yapıldı, Keith Richards'tan değil.
Shantel’in “haydi eller havaya” tavrına karşılık, Gogol’ün “siz de eğlenin, biz de eğlenelim” tavrını da göz önünde bulunduraraktan söylüyorum ki, çok yaşa Gogol, çok yaşa Eugene.
Festivalden çıkıp eve dönmek ne kadar yoruyor insanı… Hele ki insanın evi hayata gayet uzakta durunca. Lakin bu mükemmel günü bana verdikleri için bu festivalin sarı renginden toplantıda çay taşıyan adamına kadar herkese şükranlar.
Söylemeden geçemeyeceğim ki, iki gün boyunca “baba beni Yucin’le eversene” diye gezip, yolda yürürken Eugene’i görmem, akabinde yanında bitmem de şu birkaç günkü keyfimin doruğu oldu. Ballandıra ballandıra anlatamayacağım. Zira kendisine yüz binlerce laf biriktirmiş biri olaraktan, iki kelime edememek* bana şu anlık pek koysa da “hastayım senin tavırlarına” demek istiyorum kendisine buradan, duy beni Eugene. Ha tabi yeri gelmişken Çiğdem Öztürk’e de tercümanım olduğu, Eugene’e beni kavuşturduğu için kucaklar dolusu şeker, şeker kutuları dolusu masal hediye etmek istiyorum.
Küpemin tekinin nerede olduğunu halen merak ediyorum.
giz.
*Birincisi, herkes aynı dili konuşsun artık lütfen. İkincisi, Eugene’e “ne haber lem” diyememiş olabilirim ama kendisini ne kadar sevdiğimi az biraz anlamıştır galiba titrememden ötürü. hehe.
**Üçüncüsü, sahne önünde dolaşan beyaz tişörtlü fotoğrafçı çocuğu tanıyanınız varsa bana bir selam etsin.