29 Haziran 2008 Pazar

15 yıldır Kardeş'iz

One Love’dan sadece iki gün sonra, Kardeş Türküler konserine gitmek için Beyoğlu’ndan Kuruçeşme Arena’ya kadar yürümem, üniversite yaşantımın nasıl olacağı hakkında yavaş yavaş fikir veriyor bana.

Kardeş Türküler benim hayatımdaki en önemli hadiselerden biridir. Onların önemi, gitmediğim diyarlara beni bir düş mesafesi gönderebilmelerindedir. Onların önemi, dostlarımla halay çekecek, yahut göbek atacak kıvama bizi getirebilmelerindedir. Onların önemi, dostlarımla müzik dinlememi sağlayabilmeleridir..

Bilge bize bedava bilet bulmuş. O zaman gidelim, dedik. Zaten bu şehirden kaçışım o kadar erteleniyor ki, bir de bunun için erteleyelim, dedim, ne olacak? Hiç. Derken bir baktık konserdeyiz. Önde beş kişilik yer var, e tamam, hemen geçelim…

Beyaz perdede Deniz Gezmiş, Kazım Koyuncu, Ahmet Kaya’lar; eylemlerden fotoğraflar, kadınlar, güzel kadınlar, rengârenk kıyafetli sürmeli kadınlar…


Konser 15. yıl şerefine öyle güzel başladı ki, daha ilk şarkıda kafalarımız sallanıyor, elimiz havada geziniyordu… Leman Sam’ın televizyonlardan alışmış olduğumuz berraklığı, güzelliği gerçekmiş. Neşet Ertaş “goynum” derken yüreğinizdeki sazların en ince teline öyle bir dokunuyormuş ki, “gönlüm” diyemiyormuşsunuz bir daha. Lakin anlatmak istediğim başka bir şeyler var. Aynur Doğan var mesela. Ahmedo’yu öyle bir söylüyor ki, “Ahmed” adlı bir sevdiğiniz yahut “Amed” adlı bir özleminiz yoksa bile, sizi o acı senin, bu sızı benim gezdiriyor; yüreğinize yaşlar serpiyor, sıkılıyorsunuz, ağlamak istiyorsunuz... Ben ağlıyorum, sizi bilemem. Daha sonra, sanırım on beşinci kez yaptıkları gibi birlikte Keçe Kurdan’ı söylediler. Biraz daha farklı şeyler bekledim ben galiba. Ama bu farklılıkta atlanmaması gereken bir şey var ki, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun folklor ekibi şahane. Hele Newroz ateşiyle içimiz yanarken, onların Newroz oyunları... Aman diyeyim, denk gelirseniz, sakın ola kaçırmayın.


Birol Topaloğlu ne kadar mütevazı, ne kadar güzel gülüşlü bir adammış. Ben bunu gördüm, içim bir hoş oldu. Son zamanlarda bir acayip toprak problemi çekmekteyim. Nereli olduğuma dair çok soru soruyorum kendime. Konserde de bu oldu. Birol Topaloğlu’ndan sonra çıkan Esma Redzepova sayesinde “nereliyim ben yahu” diye sordum bin kez kendime, zira ikinci şarkıdan sonra kendimi milletin önünde göbek atarken buldum yine.

Esma bir güzel kadın. “Çingene kraliçesi” diyorlar ona. Elli senedir şarkı söylüyor ve elli senedir güzel. Elim ayağım titredi dinlerken onu. O ne güzel “İbrahim” deyiştir ya hu..

Sonra yavaş yavaş bitmeye yüz tutuyor konser. Berfin’i söyleyerek yürekleri dağlıyor Kardeş Türküler. Konser bitiyor, açık havada parlayan yıldızları görüyorsunuz. İçiniz bir neşe dolmuş; bir hasretlik var toprağınıza. “Gidelim” diyoruz, “gidelim köyümüze…”


Ben terk-i diyar ediyorum. Ben köylere gideceğim. Masallar toplayacağım. Şarkılar dinleyeceğim…


giz.


26 Haziran 2008 Perşembe

OneLove sonrası


Nasıl anlatsam, nerden başlasam…

22 Haziran itibariyle yazımın en güzel konserlerini dinlediğimi, heybeme binlerce dostluk, müzik ve güzellik doldurduğumu ilan edebilirim. Gidemeyeceğim Björk, Kravitz, Levy vb. konserleri yüzünden haftaya terk-i diyar ediyorum. Ben böyle bir insanım. Eğer bir yere gidemiyorsam, ondan olabildiğine kaçarım.

Hah, konumuz neydi: One Love Festival. Öyle bir tınısı var ki, evvelde: “One Love diyor yahu? Jah Jah? Rastafari? Lee Perry?” filan diye düşünmüyor değil insan. Geçen sene barındırdığı bolca elektronik müzikten hatırlıyorum kendisini, elektronika denen tarz beni devekuşu misali toprağın altına soktuğundan ötürü bu sene de “yok aman kalsın” diyecektim ki, sarıya boyanmış çiçek çocuk afişleriyle tav etti beni kendisi. Derken bir baktım: Kolektif İstanbul, Gevende, Baba Zula, Shantel, Gogol Bordello. Deliriyorum sandım.

Pazar günü yola koyuldum, kendimi sahne önünde buldum. Önce biraz poi döndüreyim dedim, başaramadım gene. Sonra uzaklardan Richard’ın saksofonunun sesini duydum, bir baktım çimen üstünde konser var. Festival şenlikle başlamıştı. Keşke bütün konserler böyle çimen üstünde olsa, diye düşündüm. Kolektif İstanbul ne güzel işler çıkarıyor. Son albümleri Krivoto’dan sonra hepten şenlenmiş müzikleri, dinlemeyeli. Daha sonra Gevende’ye geçti sıra. İnsanın müzisyenleri tek bir şarkısının bile 3-4 farklı halini görecek kadar iyi tanıması, ne garip. İyi bir şey mi, muhakkak. Hele ki, Gevende gibi, dostluğunuzu dostlukla karşılayan, sesinize müzik veren insanlar varsa hayatınızda, ne mutlu size. Ama onlardan ayrı düşünce, bu, bir sevgili acısına bedel. Beş sevgili acısına bedel… Her neyse, Gevende tabi ki çok çok iyiydi. Nusrat Fateh yorumladıklarından beridir müziklerini yüz kat daha fazla seviyorum, varın siz düşünün. Lakin yine de, ben yeni bir şeyler bekliyorum onlardan. Ahmed’in Aquarium’u, Okan’ın Küp’ü gibi… Baba Zula’ya pek geçmek istemiyorum açıkçası. Senelerdir kendilerini dört gözle beklemiş olmanın verdiği heyecanla, Selim Sesler’in önünde attığım göbekleri kesip sahne önüne koşturdum. Derken hayallerimi kırdıkları yetmiyormuş gibi, üstünde dansöz oynattılar. Kırıklar ayaklarına batsın inşallah. Yaklaşık üç gündür arkadaşlarımla “Baba Zula’nın ataerkilliği” üstünde çetin ve derin tartışmalara girmiş olsam da, yine de iyi tarafından düşünüp “adamlar zaten bunu yapmak istiyor” düşüncesini benimsiyorum. Yoksa işin içinden çıkılmayacak. Zira dansözün üstünden geçmeler, ağzıyla şal almalar falan filan… Bunlar bana göre şeyler değil maalesef. Geçenlerde bir arkadaşım “artık yapabilecek fazla bir şeyleri kalmadı” demişti. Umarım öyle değildir; lakin gidişat onu gösteriyor…

Derken Romanya ve Almanya semalarında toplanmış feminist Miss Platnum sahneye geldi; ben giysem yakışmayacak o güzelim mavi kıyafeti, erkeğini kadınını âşık edebilecek güzellikleri zenci vokalleri, çalarken şişmek yerine zıplayan trompetçisiyle… Murat Ertel’in ataerkilliğine cevap olarak mı Bayan Platnum’u oraya koydular, bilemeyeceğim. Ama o sesiyle Amy Winehouse olmak yerine triphopvari bir hiphop yaptığı için kendisine şükranlar sunuyorum.

Platnum sahneden indiğinde hava kararmış idi galiba; zira Shantel sahneye çıkıp zıplayarak gitar çalmaya başladığında ben de yıldızları sayıyordum. Disko Partizani şarkısıyla çıkış yaptığında Shantel, “herkeste de bir Balkanseverlik böyle” gibi ipe sapa gelmez yorumlar yapmıştım; lakin bunu yaparken şarkı çaldığında fark ettirmeden kendimden geçiyordum. Disko Boy’u Partizani’den daha çok beğendiğimi itiraf etmeliyim. Shantel’in de böyle bir festival için biçilmiş kaftan olduğuna şüphem yok. Yanındaki mükemmel orkestraya gelince, Bucovina Club, tam olarak Keşan kahvesinden çıkmış gibiydi. Davulcuları ve kemancıları, özellikle. Duruşlarını gayet iyi koruyan müzisyenlerdi kendileri. Gogol Bordello’yu beklerken güme gitmediler yani.

Kerhane-i Gogol’ün elemanları sahnede gözükmeye başlayınca bendeki heyecan, hiç abartmıyorum, gittiğim ilk konserdeki gibiydi. O kadar fazlaydı ki, artık algılarım kapanmıştı. Eugene denen adamın gerçek olduğuna kanaat ettikten sonra, geçen sene Rock’n Coke’a çıkıp televizyonun karşısında beni ağlatmalarının hıncını aldım zıplayarak, atlayarak, son olarak mıhlanıp kalarak dinledim kendilerini. Akordeoncunun deli olduğunu düşünüyorum halen. Deli değilse bile eskiden palyaçoluk yapmış olma ihtimali çok yüksek bence. Kemancı amca için diyecek lafım dahi yok. Karayip Korsanları filmi, galiba kendisinden ilham alınarak yapıldı, Keith Richards'tan değil.

Shantel’in “haydi eller havaya” tavrına karşılık, Gogol’ün “siz de eğlenin, biz de eğlenelim” tavrını da göz önünde bulunduraraktan söylüyorum ki, çok yaşa Gogol, çok yaşa Eugene.

Festivalden çıkıp eve dönmek ne kadar yoruyor insanı… Hele ki insanın evi hayata gayet uzakta durunca. Lakin bu mükemmel günü bana verdikleri için bu festivalin sarı renginden toplantıda çay taşıyan adamına kadar herkese şükranlar.

Söylemeden geçemeyeceğim ki, iki gün boyunca “baba beni Yucin’le eversene” diye gezip, yolda yürürken Eugene’i görmem, akabinde yanında bitmem de şu birkaç günkü keyfimin doruğu oldu. Ballandıra ballandıra anlatamayacağım. Zira kendisine yüz binlerce laf biriktirmiş biri olaraktan, iki kelime edememek* bana şu anlık pek koysa da “hastayım senin tavırlarına” demek istiyorum kendisine buradan, duy beni Eugene. Ha tabi yeri gelmişken Çiğdem Öztürk’e de tercümanım olduğu, Eugene’e beni kavuşturduğu için kucaklar dolusu şeker, şeker kutuları dolusu masal hediye etmek istiyorum.

Küpemin tekinin nerede olduğunu halen merak ediyorum.

giz.





*Birincisi, herkes aynı dili konuşsun artık lütfen. İkincisi, Eugene’e “ne haber lem” diyememiş olabilirim ama kendisini ne kadar sevdiğimi az biraz anlamıştır galiba titrememden ötürü. hehe.

**Üçüncüsü, sahne önünde dolaşan beyaz tişörtlü fotoğrafçı çocuğu tanıyanınız varsa bana bir selam etsin.


19 Haziran 2008 Perşembe

şems

adam şarkıda şöyle birşeyler fısıldar:
"but if the sun sets you free, sets you free
you’ll be free indeed, indeed
she’s only happy in the sun"

ben güneş'i seviyorum.
o'nu öylesine seviyorum ki, eğer dinimi bilmeseydim, büyük ihtimalle güneş'e el açmış vaziyette bulurdum kendimi.
bazen, yaşıyor olduğumu kavrayamıyorum. yürüdüğüm yollardan bihaber; sermest ve olabildiğine serkeş halde dolaşırken gözüm maviye çalan gökyüzüne kaçıyor, güneş'i görüyorum; diyorum ki "o, orada, öylece parlarken, bendeki bu sıkıntı niye?"
böyle deyince binlerce düğüm açığa vuruyor kendini. binlerce düğüm güneş'in suretinde eriyip gidiyor; su oluyor boğazımda, ter oluyor tenimde..

o'nu öylesine seviyorum ki, suretine güneş'i boncuk etmiş dostlarıma açıyorum tüm benliğimi. enderler onlar, zira güneş herkese vermez yüzünü. güneş, yüzünü verdiği çocuğa kelamlarını verir, ağırlığını verir, ateşini verir. tenine değilmez, yüreğine dokunulmaz dostlardır onlar; yüzünü gördüm müydü, baharlar getirir saçlarıma.. benim saçlarım düğümler kadar karışıktır oysa..

bir adam tanıdım ben. adını güneş'ten alan. benden asırlarca evvel gelmiş bedeni şehirlerime.. benden asırlarca evvel düşürmüş yolunu yollarıma.. tebriz'den konya'ya, konya'dan bilmemnereye.. güneş çekerken rumi'den yüzünü, pejmürde hali şah olmuş adamın. ve derhaldir ki mat etmiş rumi'yi bu adam. şems-i tebrizi. tebriz'in güneşi. ben o'nu öylesine seviyorum ki; şems, tebriz'i getiriyor zihnime, benden asırlarca evvel toprak olsa da bedeni, ruhu etrafımda bir yerlerde varlığıma müdahil oluyor; onu farkeylemem için dostlar peydah ediyor..

ben kitaplarımı severim.
tenime yazılmış kitapları, tenine yazılmış kitapları.. elime yazı yazanın vahyettiği kitapları..
kimi zaman, sayfaları çeviririm ve çıkan ilk kelimelere bakarım. ihtimalen birşeyler beni orada bekliyordur. kocaman lugatlerde en hassas olduğum kelamın, sayfaları gökten, meleklerle indirilmiş olan'da karşıma çıkması, benim için öylesine büyük bir hediye.
ben desem köklerime kadar hissediyorum bu kelamları, siz der misiniz ki, yaprakların ışıldıyor?


o'nu öylesine seviyorum ki ben, bazen doğduğum gün tebriz'den güneş'i mi sakladılar acaba, diyorum. acaba tebriz'den güneş'i sakladılar da, farisiler, arabiler beddua mı ettiler ki, bana musallat oldu bu şems, bu güneş, bu gök, bu aşk..

velhasıl diyeceğim o ki;

"aşktan mutluluk, güvenlik beklerler. halbuki aşk son zerresine kadar kendini vermektir, ruhundaki son zerreye kadar sevdiğin olmak istemektir, onun içinde eriyecek kadar sevmek, kendinden kopmak demektir. işte ben aşk derken boyle bir aşktan bahsediyorum. ölmekten bahsediyorum. var mı o'nun aşkıyla ölmeye cesareti olan?"

hû...



giz.

11 Haziran 2008 Çarşamba

vicdan / red / mehmet bal

bakın bu sefer ne var heybemde. tanımadığım bir adamla, tanımadığım bir dostumla vicdanen başbaşayım. adı.. Mehmet Bal, suçu.. ah suçu ya hu.. suçu ne biliyor musunuz? "zorla silahlanmak, zorla öldürmek, zorla güzelleştirilmek istememesi". "reddediyorum" diyor. "tüm silahlarınızı, askerlerinizi, askerliğinizi, öldürme dürtülerinizi, tek tipleştirmelerinizi, saçlarımı arkadan ördürmenizi, eteğimi diz altında tutturmanızı, ensemde saç kuyruğu bırakmamanızı, iki numara asker tıraşını, okullarınızı, ceketlerinizi, kumaş pantolonlarınızı..."
lakin biz, ey büyük atatürkün asker doğan türkleri, böyle bir isteği kaldıramayız. "reddetmek" bizim yaradılışımıza aykırı. zira kurtlar reddetmezler.
velhasıl-ı kelam, Mehmet dost reddetti. Mehmet dost, "reddediyorum" dedikçe dövüldü. Mehmet dost "reddediyorum" dedikçe alnına damgalar basıldı, işkenceler gördü, hapishanelere girdi.

geçen gün, daha üç gün bile olmadı doğru dürüst, Mehmet dost'u yine "içeri" aldılar. ve bugün, yani 11 haziran çarşamba, basın açıklaması vardı galatasaray'da. lakin ben, dünyadaki en kötü insanların başını çeken giz olaraktan uyuyakaldım. yapabileceğim ne var diye düşündüm, baktım mayıs dostum'dan mail gelmiş. mayıs dost bu günlerde "yolda", kilometrelerce uzakta hissedebiliyor halen olan biteni, dedim kendi kendime; galatasaray meydanına bir saat uzaklıkta oturdum bunu size okutuyorum şimdi.

lakin özellikle bazılarınıza"askere gönderseler yine giderim", "hepsinin konuştuğu aynı hikaye" veyahut kardeşim gibi "topunun köküne kibrit suyu" diyen dostlarıma selam duruyorum. siz elinizi "vicdanınız"a koyun şimdi iki saniye. tamam mı. iki saniye "vicdani red" neymiş bir düşünün, ben sonra döneceğim size.


"10 Haziran 2008, İstanbul

BASINA VE KAMUOYUNA

6 yıl önce “gerekçesi ne olursa olsun vicdanım ve iradem dışında bana askeri veya sivil, yerel veya evrensel, hiçbir kişi, kurum veya yapının dayatacağı hiçbir edimi yerine getirmeyeceğim”* sözleriyle vicdani reddini açıklayan Mehmet Bal, yeniden “askeri birlik-mahkeme-cezaevi” üçgeni içine hapsedildi.

18 Ekim 2002'de vicdani reddini açıkladıktan sonra bir ay Adana Askeri Cezaevi'nde yatan, Ocak 2003'te tekrar gözaltına alınmasının ardından Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde üç aylık “hava değişimi” verilerek serbest bırakılan Mehmet Bal, 8 Haziran 2008 Pazar günü Arnavutköy'deki evinin yakınlarında kendisine yaklaşıp kimlik soran iki sivil polis tarafından gözaltına alındı.

8 Haziran gecesi, önce Gayrettepe Asayiş Müdürlüğü'ne, oradan Şişli Etfal Hastanesi'ne ve son olarak Beşiktaş Jandarma İnzibat Karakolu'na götürüldü. Bu karakolda bütün gece nöbetçi askerlerin küfür, taciz ve kötü muamelesine maruz kaldı ve şiddet gördü. Evrak hazırlıkları sırasında, verilen kağıtları imzalamadığı ve isminin üzerindeki “Ulaştırma Er” ibaresinin üzerini çizdiği için, Mehmet Bal'ın imzası yerine zorla parmak izi alındı. Tuvalete gitmesine izin verilmeyen Mehmet Bal saatlerce bekletildi ve kendisine uzun süre su verilmedi. Sabaha karşı 3 sıralarında askerlerden birinin hücreye girip Mehmet Bal'ın kafasına, yüzüne ve göğsüne yumruklar attığını ertesi gün avukat görüşü sırasında öğrendik.

Kendisine bu şekilde şiddet uygulandıktan sonra, Mehmet Bal defalarca kendini kötü hissettiğini ve doktor görmek istediğini söylediyse de bu talebi reddedildi. Sabah 9'da bir asker Mehmet Bal'ı üzerine sıcak su dökerek “uyandırdı.” Şu anda sol gözünde morluk bulunan Mehmet Bal, yumruk atıldığı sırada bir an gözünün görmediğini ve halen seyirdiğini, ayrıca kulağının çınladığını söyledi.

Mehmet Bal'ın gözaltı sebebi, dün götürüldüğü Hasdal Askeri Mahkemesi tarafından, Adana Askeri Mahkemesi'nde devam etmekte olan “emre itaatsizlikte ısrar” ve “firar” suçlamalarını içeren duruşmalarına katılmaması ve hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkarılması olarak açıklanmıştır.

Burada sadece Mehmet Bal'dan değil, Mart 2008'de gözaltına alınarak, Kasımpaşa ve ardından Çorlu askeri cezaevlerinden sonra şu an Saray Cezaevi’nde tutuklu bulunan Halil Savda’dan da bahsetmek istiyoruz. Tekrarlanan “askeri birlik- mahkeme-cezaevi” kısır döngüsünün ardından kendisine “çürük” raporu verilerek “sosyal uyumsuz” ilan edilen Halil Savda, Mehmet Bal gibi net bir tavırla vicdani reddini ve bu konudaki ısrarlı tutumunu sürdürmüştür.

Bir süre Hasdal Askeri Cezaevi'nde kalacağı açıklanan Bal’ın daha sonra Adana'da askeri mahkemeye gönderileceğini öğrendik. Biz savaş karşıtları ve antimilitaristler, Mehmet Bal'ın ve diğer vicdani redcilerin yanında olduğumuzu, durumlarının her zaman takipçisi olacağımızı bir kez daha vurgulamak istiyoruz.

Devletin ve askeri yargının kavram ve duruş olarak yok saydığı vicdani red tutumlarını sürdüren redciler işkence, dayak ve kötü muameleyle susturulmaya çalışılmakta ve bu uygulamalar keyfi bir şekilde askeri cezaevlerinde devam etmektedir.

VİCDANİ REDCİ MEHMET BAL’A ÖZGÜRLÜK..

ANTİMİLİTARİST İNİSİYATİF"

bir de şuraya davet edeyim sizi: vicdani retçi dostlar

10 Haziran 2008 Salı

into the wild



there is a pleasure in the pathless woods
there is a rapture on the lonely shore
there is society, where none intrudes
by the deep sea, and music in its roar:
i love not man the less, but nature more... [lord byron]

"ya yüzümde bir gülümsemeyle kollarınıza koşuyor olsaydım, o zaman siz de benim şu anda gördüklerimi görür müydünüz?"

rahat uyu Chris Mccandless yahut Alexander Supertramp.
gözüm, senin gördüklerin üzerindedir.


7 Haziran 2008 Cumartesi

entu'dan



size Hopa'dan, Of'tan, Rize'den dostlar getirdim.
dinleyin müziklerini, dinleyin de Karadeniz'in tuzsuz lakin yara acıtıcı sularına dalın diye...
bol su, koyu mai, dost müziği, işte karşınızda Entu!

6 Haziran 2008 Cuma

kazım'dan

"hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne
günün karanlık saatlerine
arasıra kopsa da fırtınalara
birgün boğulacağımız denizlere
eski günlere, neler olacağını bilemesek de geleceğe
kötülüklerle dolu olsa bile tarihe
tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara
Donkişotlara, ateş hırsızlarına
Ernesto ‘Çe’ Guevara’ya
yollara, yolculuklara
sevgililere, sevişmelere
sadece düşleyebildiklerimiz, olamadıklarımıza
üşürken ısınmalara
herşeyden sıcak annelere babalara ve tadını tüm bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz.
kötü şeyler gördük.
savaşlar, katliamlar; ölen, öldürülen çocuklar gördük.
kendi kültürünü, kendi dilini, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük.
yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük.
yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük.

biz de öldük. ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.
teşekkürler dünya."

kazım koyuncu.


ne güzel çocuklar geliyor sofralarımıza. ne güzel türküler söylüyorlar. ne güzel hatırlatıyorlar halen yaşıyor olduğumuzu, ışığa büründüğümüzü, kaybetmediğimizi, halen sokakların bizim, denizlerin bizim olduğunu.. ne güzel çocuklar geliyor sofralarımıza, şehirlerimize, yüreklerimize...

bazen diyecek hiçbir kelimemin kalmamış olduğuna şükrediyorum.

5 Haziran 2008 Perşembe

garabet

bana, giz "niye çöl diyor hep", "niye köyüne gidip ağaca çıkmak istiyor", "niye bu şehirlerden sıkılıyor", "niye bizden kaçıyor" diye soruyorlar bazen.
ben şehirden sıkıldım.
lakin şehirden sıkılırken binlerce başka şeyden de sıkıldım. bu ne kötü, bu ne acı. amma halen güneş doğuyor, ben bekliyorum, müzik dinliyorum, sokağa çıkıyorum, insanları kırıyorum, yoruluyorum, anlaşılmıyorum, çöle kaçmak istiyorum, exupery olmak, sahra'da kaybolmak, taklamakan'da uyuyakalmak, istiyorum.

jeff şarkı söylüyor, ben bekliyorum.
"
i feel afraid and i call your name
i love your voice and your dance insane
i hear your words and i know your pain
with your head in your hands and her kiss on the lips of another
your eyes to the ground and the world spinning round forever
asleep in the sand with the ocean washing over"

ne diye yazdın diye sorarsanız, cevabım da sorularınıza soru katmaktan başka bir işe yaramayacak.
"dream brother, they're waiting for you like i waited for mine and nobody ever came..."

giz. 5haziran.