30 Mayıs 2008 Cuma

30 mayıs


kalkalı henüz bir saat oluyor -evet fena halde geç kalktım gene. televizyonları açtım, dizi vardı. kanalları dolaştım, zap yapmak diyoruz galiba buna, neyse. seda sayan ve türevleri harici hiçbirşey bulamamak beni yine mütemadi bir sıkıntıya soktu. sonra babamın erkenden aldığı gazeteyi okuyayım dedim. gazeteyi açtım, sonra kenarda bir ibare gördüm; büyük yazsalar daha da fazla tepki çeker miydi bilmem lakin, onu orada gördüm: "Lambda İstanbul kapatıldı"
yok canım, dedim önce. "gene mi" dedim, "niye asırlardır bu kadar saygısızız" dedim, "hangimiz daha insanız" dedim. bir sürü soru sordum daha, arada bir sürü de küfür var; lakin ben saygılı bir insanım, sizinle o küfürleri muhattap edemem.
geçenlerde lambda istanbul'un bir etkinliğine katıldı diye, vakit gazetesi tarafından aşağılanıp duran bir milletvekili vardı değil mi? nedir bu insanlarda, bu ülkeyi bu kadar rahatsız eden şey? içlerindeki farklı kimlikleri açık etmeleri mi? galiba bu. umarım sadece budur. umarım biz sadece zekası orta çağ'daki kiliseye eşdeğer bir ülkeyizdir de, onları sadece "farklı kimlikleri" yüzünden sevmiyoruzdur; "başkalarına kötü örnek olacakları", "sokaktaki faşizan kafaları rahatsız ettikleri", "nüfus cüzdanlarındaki zoraki ibareleri kabul etmedikleri", "anti-militarist oldukları" için değil. umarım onlara pembe yahut mavi nüfus cüzdanı verirken, kağıda zorla "kadın", "erkek", "müslüman", "türk" yazdığımız için, umarım mutluyuzdur. bir de şimdi kendilerini ifade edebildikleri tek yer olan "lambda istanbul"u kapatıyoruz; eminim ki, yastığımda daha rahat uyuyacağım bu vakitten sonra, onlar orada, bu ülkenin "insani" sınırlarından gitgide atılırken, ben öyle bir uyku çekeceğim ki, rüyamda ecinniler ve karabasanlarla top oynayacağım.
sonra, "olmayacak bu böyle" dedim. "dur" dedim. "uyanalı henüz yarım saat oluyor be". kanalları dolaşmaya başladım tekrar, zap diyoruz galiba buna, neyse. bir kanalda çar newa'nın bir klibine rastgeldim, başında ahmet kaya konuşma yapıyordu. diyordu ki: "nedir beni bu ülkeden uzak tutan; beni ailemden, beni dostlarımdan, beni toprağımdan ayrı kalmak zorunda bırakan? bunun cevabını verin bana" diyordu. zaten kısa bir süre sonra, ülkesinden millerce uzaktaki saçma bir yerde, ölüyordu.

küçükken ömer seyfettin'in "eleğimsağma" kitabını okumuştum. eleğimsağma, gökkuşağı demek. eğer yanlış hatırlamıyorsam, küçük kız, gülsüm diye bir büyük kıza "garip hisler" besliyordu. sonra kız, gökkuşağının altından geçiyordu ve "erkek" oluyordu. hayde bismillah. küçücük çocuktum ve bana "o kötü birşey" dedi ömer seyfettin. "sakın öyle olma" sana ne be? milli edebiyat kafası devam ediyor galiba halen. "o kötü birşey. sodom ve gomore gibi oluruz, helak ediliriz. zaten sonra kız uyanıyordu, aa bir bakıyorsun, herşey rüyaymış." sana ne?
başka bir ömer seyfettin kitabı okumadım. çünkü bu ülkeden atılan "düşmanlarımızı" okumak istemiyorum ben. yanımdaki arkadaşımı "düşmanım" olarak görmek istemiyorum. "silahlanmak" istemiyorum sayın seyfettin. "birilerinin askeri" olmak istemiyorum. "kadın ya da erkek" olmak istemiyorum. sadece bu ülkede "insan" olmak istiyorum. bu ülkede artık kıyafetimden dolayı "gülünen" olmak istemiyorum. bu ülkede artık düşüncemden dolayı "mimlenen" olmak istemiyorum sayın seyfettin. kemikleriniz rahat mı? düşmanı kovdunuz mu yurttan? izmir'den attınız mı hepsini? sürdünüz mü ermenistan'a, yunanistan'a? kürtleri ne yaptınız peki? nereye sürdünüz? almanya'ya mı? ırak'a mı? iran'a mı? amerika'ya mı? nereye sayın seyfettin? kalkın şimdi başı kesik şehit gibi cevaplayın beni.

bu sabah sadece bir saat "uyanık" kaldım. fena halde "uyanık" kaldım. uyumam lazım. açtım, müzik dinliyorum şimdi. diyor ki siya siyabend:

"bilmem şu dünyaya niye geldim/ niye geldim yâr, niye geldim..."

hakikaten tek sorduğum soru bu şimdi. en baştakileri boşverin. onları boşverin ve bana şunu söyleyin: "ben bu dünyaya niye geldim?
"

giz. 30mayıs günlüğü.

27 Mayıs 2008 Salı

aşkın çölleri

not/
yaşamı şurda burda gelişmiş; annesiz, yurtsuz, bilinen her şeye karşı kayıtsız, daha önceki acınacak pek çok genç gibi her tür aktörel güçten kaçan bir delikanlının, çok genç bir erkeğin yazılarıdır bunlar. öylesine sıkılmıştı, öylesine karışık bir ruh halindeydi. bu yüzden işi gücü hep, korkunç ve kaçınılmaz bir edeb'e gelir gibi, ölüm'e gelmek oldu. kadınları sevmediği için -kanlı canlıydı oysa!- ruhu, yüreği ve bütün gücü, acayip ve acıklı yanlışlar içinde eğitildi. ona yataklarında ya da sokaklarda gelen düşlerden -aşkları !- tatlı dinsel gözlemler ortaya çıkabilir belki. Muhammed'e inananların -yürekli ve sünnetli insanların- efsanedeki yıllarca süren uykularını anımsayın. ama, endişeli bir güce sahip bu acı, hepimizin arasında yolunu yitirmiş olan ve adeta ölümü isteyen bu Ruh, şu an ciddi avuntularla karşı karşıya gelip saygınlık kazanacak.

arthur rimbaud.


22 Mayıs 2008 Perşembe

de hayde !



olur da "horon tepesim geldi ula" derseniz diye.
hatta gelseniz ne güzel olur, hep birlikte hırçın karadeniz'in
taka devirircesine çalınan müziğini dinleriz.

biletleri benden alabilirsiniz, iletişim için: fishismute@hotmail.com
-çok artiz oldum şimdi.


giz.

17 Mayıs 2008 Cumartesi

bejan'dan "dil hapishanesi"

"sevgili nezir kim olduğunu bilmiyorum. neden orada yattığını, daha ne kadar kalacağını da... kaç yılı içeride geçirdin, bilmem mümkün değil. ama böyledir işte, kalp bir işaret çizer ve yaratır kaderini. ben dün akşam döndüm istanbul'a... senin mektubunu gönderdiğin adrese uğradım. son kitabımın şiirleri ingilizceye çevriliyordu ve bu haberi yayıncıma vermek istiyordum. sonra senden gelen mektubu verdiler. bu ikinci mektubun her nedense acele posta servisiyle gönderilmişti. merak içinde kaldım. mektubunu okuyacağım kafeye nasıl vardım hatırlamıyorum. bir temmuz günü yazdığın ilk mektubunun 6 ay sonra istanbul'a kar yağarken ulaşmasını hatırladım sonra. benden kitaplarımı istiyordun. şiir seven, öyküler yazan biri olduğun dışında kim olduğuna dair hiçbir bilgi yoktu. kaç yaşında olduğunu dahi yazamamıştın. hangi suçtan yattığını... ilk mektubunu boğaz'ı geçerken topkapı'nın, üsküdar'ın hep durduğu yerde nasıl da durduğunu düşünürken okumuştum. o gün yazdığım uzun bir şiiri sana göndermek istedim ama senden esirgenen rüzgârla dalgalanan boğaz'dan söz etmekten utandım. içine kapatıldığın duvarları ya daha da karartırsa yazacaklarım diye göndermekten korktum. ama o şiir duruyor nezir. sana yazıldı, senindir...

bu ikinci mektubun... midyat m tipi cezaevi'nden gönderilmiş. üzerinde mühür olan ön yüzünden ibaret sanarak okumaya başladım. çünkü adın, adresin ön yüzündeydi. ayın büyüttüğü oğullar kitabımı kürtçeye çevirdiğini ve gönderdiğini yazıyordun. çeviriyi kürtçeye hakim olan birilerine okutmamı ve öylece karar vermemi istiyordun. yayımlayıp yayımlamama inisiyatifini bana bırakarak. kitapta geçen 'kardeşlerime' kelimesini kürtçeye ji birayen min re (yani erkek kardeşlerime) diye çevirdiğini belirtiyordun. 'türkçede malumunuz dişil eril belirteçleri yoktur. ama kürtçede öyle değil' diyerek. nezir braye min elbette doğru anlamışsın. o şiirde anlatılanlar erkek kardeşlerdi. hakkımda bir gazetede çıkan 'beyaz kürt' suçlamasının aklını nasıl bulandırdığını anlatıyordun. duyduğun geçici kararsızlığı... ama sonra bir başka gazetede benim ağzımdan yazılanları okuyup 'beyaz ya da kara kürt ne fark eder bu şiir çevrilmeyi hak ediyor' diyerek çeviriye oturmuştun. üstelik mektup yazmak dışında iki yıldır eline almadığın kaleme aşkla sarıldığını söyleyerek. küskün olduğun edebiyatla barışmanı sağlamış olmak nasıl bir gurur bilsen nezir. ama gururdan söz etmeyeceğim... mektubunu 'benden bir şey isterseniz eğer, her hafta görüşüme gelen arkadaşımın telefonu şu...' diyerek bitirmişsin. yazdığın telefon numarasına, arkadaşının adına bakakaldım. senden bir şey istemek... senden, bir şey... cezaevi nezir, midyat, dağlar, mor gabriel'in kızıl rahipleri, çanlar, uğultulu bozkır... üzüm bağları, terk edilmiş, boşaltılmış köyler, evlerin yüzleri, kapılar. sessizlik nezir... sessizlik... 'benden bir şey isterseniz eğer?' diyen satırların. nezir sen bir mahkûmsun senden ne isteyebilirim? bunu böyle söylemendeki zarafet nasıl kahredici... utandım nezir. senden her şeyini esirgeyen dünyaya hâlâ bir şeyler vermeye çalışman. senden ne isteyebilirim? şiirimin sana orada teselli olmasından daha büyük bir hediye olabilir mi? ama gönderdiğini söylediğin kürtçe şiir dosyası çıkmadı zarftan. mektubun arka yüzünü çevirdim. kargacık burgacık bir yazıyla 'şiirler kürtçe olduğundan hükümlüye geri verildi' deniyordu. imla kurallarından bihaber olan her kimse adı, imzası yoktu. boşlukta mektuba hiçbir biçimde ait olmadığını anlatmak için salınan iğreti harflerle. 'şiirler kürtçe olduğundan hükümlüye geri verildi.'

nezir ne kadar emek harcadın bilmiyorum. o şiirleri anadiline çevirmek için ne kadar istek ve zorluk yaşadın bilemem, ama yaptığın ve büyük bir hevesle şairine göndermek istediğin o şiirler sana geri verildiğinde ne yaşadın bilmek isterim. öyle çok isterim ki bunu. yüzüne bir duvar gibi kapatılan hevesin nasıl ağırlaştırdığını hayatı orada... bir başka mahkûmiyet bu. dil aracılığı ile bağlantıya geçmek istediğin dünya nasıl da yüz vermedi sana. kimliğin, varlığın nasıl da yokluğa eşitlendi bir kez daha. nezir ben o kırılmanın ne demek olduğunu iyi bilirim. insanın umutsuzlukta bulduğu hevesin kırılmasının nasıl bir ölüm duygusu yarattığını. üstelik bu kırılma anadilinde yazdığın bir şiirle çıkıyor karşına. ya annene onun dilinde mektup yazmak isteseydin? sahi nezir annene hangi dilde mektup yazdın? hangi dilde 'anne gel dedin, yorgunum, hastayım, gücüm tükendi...' bilmiyorum nezir. hiçbir şey bilmiyorum. bilmek istediklerim elbette var. bu ülkede insan olmanın, yaşamanın yüreğimize bir taş koyar gibi yaşamanın dayanılmaz olduğu anlar var. kalbim ağrıyor benim. sen ne haldesin? arkadaşını aradım. telefonda sesim titreyerek bir şeyler söylemeye çalıştım. anlamadı belki de. 'ne kadar üzgünüm bilseniz' dedim. neticede duygular aklımızdan geçenleri o kadar derinlere götürür ki onlara eğilemeyiz. öyle ya boğaz'ı geçen bir motorda okunan bir mektup mardin'den, midyat'tan, duvarlardan söz eden... boğaz'ın sularına bakıp utanmak sadece kürt olarak doğmakla mı ilgilidir? bilmiyorum. bu ülkenin yasalarını yapanlar, bu ülkenin parlamento'sunda oturanlar, bu ülkenin sınırlarını bekleyenler, bu ülkenin duvarlarını örenler insanı unuttular belli ki. unutmuş olmalılar ki içeride hayata tutunmanın tek yolu olarak edebiyatı, şiiri seçen bir adamın hevesini böylesine kırıyorlar. zaten ölüm olan duvarları ölümle sıvıyorlar.

şiirlerim bu güne kadar ondan fazla dile çevrildi. ingilizceden katalancaya, arapçadan portekizceye... bir şair için bir başka dilde var olmanın sevinci en az şiiri yazdığı zamanki kadar büyük bir sevinçtir. kürtçede var olmanın özel anlamı beni hep çeviri konusunda hassasiyete itti. hep şiirlerimi kürtçeye aşkla çevirecek bir şiirsever bekledim. meğer nezir'miş o. nezir'e o var olma sevincini yaşatmayanlar daha ne kadar adlarını gizleyerek son derece özenle ve sevgiyle yazılmış mektuplara gölge edecekler? sormayacak mıyız?"

bejan matur. -16mayıs08, zaman.

15 Mayıs 2008 Perşembe

Ali Farka Touré


Mali dedikleri yer bir küçük Afrika. içinden selam ediyor bize güzel gitar tınılarıyla, minimalist burnu kalkık tavırlardan çok uzaklarda ağıt yahut türkü söyleyen vokalleriyle, alkışlarıyla, köklü müzik geleneklerine kulak veren müzisyenleriyle...
Ali Farka Touré bugünkü konumuz. Missisippi Deltası'nın yorgun ve yoğun blues'una karşılık, zihni açan, dertlere deva veren müziğiyle karşımıza çıkıyor Mali'den taa... Mali'nin Robert Johnson'ı diyorlar ona. büyükçe bir ailenin sağ kalan çocuğu Ali; oradaki geleneğe göre, Ali İbrahim olan adı, Ali Farka olarak değiştiriliyor, çünkü ölen çocuğun adı yeni doğan çocuğa verilmiyor. gelenek bu ya, göbek isim garip olmak zorunda. "Farka" diyorlar ona: eşek. (galiba kendisiyle kalp yolum burada birleşiyor)

Ry Cooder ile yaptığı Talking Timbuktu* adlı albümü ile Grammy kazanıyor. albümde bir şarkı var, vücuda gelirse bir gün, onu iki günde öldüreceğim bana çektirdiği çile yüzünden: "Diaraby" -dinleyin.


ne gariptir ki, bir sürü müzisyenin ölümünü gördüm. birazcık daha erken gelebilseydim hani, şöyle bir beş sene, hiçbir şey böyle olmayacaktı. nasıl olacaktı bilmiyorum ama, en azından gidip Ali Farka Dede'yi müziğini alıp kaçtığı pirinç tarlasında görebilirdim. ha niye gitti derseniz, müziğinin Afrika köklerinden uzaklaştığını düşünmüş. gitmiş, nijer deltası kıyısında pirinççiliğe başlamış.
lakin 2006'nın Mart'ında Toumani Diabate ile yaptığı albümde dediği gibi "in the heart of the moon" mealen, ayın kalbine doğru yola çıkıyor.

bana da toprağına bol su aksın yüce Farka, müziğin, ağacın köklerine güzellik versin, demek kalıyor.
zira kendisi Amerikan Blues'u için şunları diyor: "i am the root and the trunk, all they have is the branches and the leaves"
olur da hoşunuza gelmiştir, buyrunuz buradan:
Farka Dede

*Timbuktu, zamanında Amerikan gemilerinin Afrika'da ulaştığı son yer olduğu için sanırım, dünyanın sonu olarak görülüyormuş. bizim Patagonya hesabı, "dünyanın sonuna git taam mı" diye, "Timbuktu'ya hadin" derlermiş. bir de masallar var Timbuktu üzerine, ama şimdi çok uzun olacak, başka vakte...

giz.

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Mayıs Muhbiri

*Bob Dylan Amerika Birleşik Devletleri'nin en saygın edebiyat ödülü sayılan Pulitzer'i kazanan ilk rock müzisyeni oldu. Şarkı sözlerinin sıradışı şiirsel gücü ve popüler kültürün etkisi sebebiyle ödüle layık görülen Dylan'ın Ekim başında raflarda yerini alacak bir çocuk kitabı yazdığı da gelen haberler arasında. "Forever Young", basın bülteninde "iyilik yapmanın önemini anlatan anlam yüklü bir hikaye" olarak tanımlanıp üç yaş ve üzeri çocuklara tavsiye ediliyormuş.

giz: doğumgünümün 29 eylül olması sebebiyle bu hediyeyi rahatlıkla kabul edeceğimi ilgilenen herkese duyuruyorum. şaka bir yana, son bir kaç ayın bana en büyük hediyesi "Bob Dylan'ı Anlamak" oldu. yüzyıllardır müzik dinliyorum, lakin Dylan rüzgarına kendimi yeni kaptırdım. mutluyum. sükut içindeyim. adam "Do you, Mr. Jones?" derken içimdeki tüm kini alıp götürüyor, ne garip.

*Babyshambles canlı parçalardan oluşan bir set çıkarıyor. Grubun 2007 kış turnesine yaptığı kayıtlardan oluşan "Oh What A Lovely Tour" piyasaya haziran başında sürülecek. Pete Doherty ise "çeşitli sebeplerden" aldığı 14 haftalık cezası nedeniyle 8 Nisan'dan beri hapishanede gün sayıyor; bu arada Hürriyet'tinden Yeni Şafak'ına kadar bizim gazetelerde Kur'an okumaya kaptırdığını, İslam'da kurtuluş aradığını yazıyor. Doherty, 14 Nisan'da Paris'te açılan, bizzat kendi kanıyla müdahale ettiği çizimlerinden oluşan sergisini de göremeyecek.

giz: nası yani? babyshambles'a acayip bir önyargım vardı, lakinn son albümleri şahane, 70lerin ruhu sarmış vaziyette grubu ve haliyle pete doherty'yi de. ama görüldüğü üzre pete'i bir de 60'ların mistik hadiseleri sarmış olacak ki, o dönemki hippileri bulamayan pete, islam'a yönelmiş. ama ne denli doğru? sorarım? gülerim? yaşasın yeni şafak? ahah.

*1995'ten beri birlikte olan Lou Reed ve Laurie Anderson Colorado'da küçük bir törenle evlendiler.

giz: Lou, kadim fanın giz'i bu törene davet etmediğin için teşekkür ederim sana. hehe. geç olmuş biraz ama, neyse.

*The Go-Betweens'den Robert Forster 12 yıl aradan sonra tek tabanca albüm çıkardı. "The Evangelist" sanatçının beşinci solosu.

giz: aranızda Go Betweens dinlememiş olanınız varsa, söyleyeyim, Müzik Tanrısı'nın gazabına yakın vakitte uğrayabilirsiniz.

*Dedikodulara göre Guns'n Roses yeni albümü "Chinese Democracy"yi -yine, yeniden- bitirdi ve plak şirketi Geffen'e teslim etti. Grubun 14 yıldır üzerinde çalıştığı albüm için bugüne dek 13 milyon dolar harcandığı hesap ediliyor.

giz: ne albümmüş anasını satim. yav nerde 80lerdeki bandanalı Eros abidesi Axl, nerde "galiba konsere gene çıkmayacak yav?" diye insanları korkutan göbekli Axl. tövbe ya. gidin Velvet Revolver dinleyin valla yazık günah ya. [dünyanın en yüzeysel yorumu oldu galiba.] aha oha, aşağısındaki haber:

*Velvet Revolver'dan ayrılan ve geçtiğimiz günlerde sarhoş araba kullanmaktan sekiz gün hapis cezasına çarptırılan Scott Weiland eski grubu Stone Temple Pilots'a döndü. Weiland'ın Steve Albini'yla solo albüm yapacağı ya da STP ile yeni bir stüdyo kaydı çıkaracağı dedikoduları var. Velvet Revolver ise yeni şarkıcı arayışında.

giz: an itibariyle kendimden tırsıyorum. kelebek etkisi böyle birşey.

*Ünlü Cirque du Soleil ekibinin Beatles şarkılarından yola çıkarak sahnelediği "Love" müzikalinin perde arkası DVD olarak yayınlanıyor. "All Together Now" ismindeki belgeselde Paul McCartney, Ringo Starr, Yoko Ono ile yapılan görüşmelerden son provalara kadar pek çok görüntü var.

giz: müthiş yahu. şu sirk bi bizim şehirlere uğramıyor. nerden bulacağız şimdi biz bu Love'ı, sorarım.

*Damon Albarn'ın yeni albümü muhtemelen Temmuz'da gün yüzü görecek. Elliden fazla müzisyenin iştirak ettiği albüme bir şarkıda yüz kişilik bir Çin korosu eşlik ediyor.

giz: niye bütün yapmak istediklerimizi yapan adamlar bu kadar uzağımızda ki... yoksa cidden "çaycın olayım damon" diye dolaşacağım adamın etrafında.

*Grateful Dead üyeleri, grubun bütün kayıtlarını Kaliforniya Üniversitesi'ne hibe etti.

giz: Abbie Hoffman olmamın vakti geldi; birazdan telefon kulübesine girip gözlüklerimi çıkaracağım.

Mayıs ayı ispiyonları, tamamiyle Roll dergisinden çalınmıştır. biliyorum çok şaşırdınız, ama ne yapayım. Haziran'da görüşmek üzre efem.

11 Mayıs 2008 Pazar

ederlezi


çocuk, bir bahar günü varmıştı şehre. gece yeşildi. bahar, yeşile çalardı geceleyin. ve yeşil, en güzel düşleri getirirdi. düşler, düşüncelerle düşerdi zihne katre katre ve çocuk, katrelerle ummanlar yaratırdı kendine.
adını koymazdı hiçbir şeyin. zira kelimelerini bir kez kullanırdı çocuk. kendi adını ilk sorana söylemiş, böylelikle bir daha o ismi de kullanamaz olmuştu. her sorana başka bir isim uydurur, her gördüğüne yeni bir isim takardı. tüm isimler bir kez varolurdu çocuğun düşlerinde ve her isim sadece bir kez bürünürdü sese.
sesleri duydu çocuk. bir bahar vakti, yeşil bir bahar vakti, ateşten atlarken insanlar, o füsunlu haletiyle gezindi dört bir düveli. bir bahar vakti, bir ses düştü heybesine. ve çocuk, o sesle düştü yemyeşil bir düşe. bir bahar vakti, ateşten atlarken insanlar, o denizin kenarına oturdu ve yazdı düşlerini, seslerini, heybesindeki bir parşömen kağıda...

parşömen kağıt, çocuğun düşlerini bürüdü kelamlara. her biri, ötekisinden farklı bir sürü kelam; boyna dizili boncuklar gibi, parşömene dizildiler ve atıldılar denize; çocuğun ummanı, doğanın ummanıyla aşka düştü o gece. ve o gece ateşten atladı insanlar, dileklerini, taşlarıyla birlikte arkalarına fırlatarak.

taşlar, odunların üstlerine düşüp, duyulacak bir çıtırtı daha armağan ederken devrana, çocuk, denize ayaklarını uzattı ve çok uzaklarda bir yerlerde iki suret gördü, ellerini birleştirip doğayı kucaklayan.

büyülü kelimeleri fısıldadı; gece yeşildi ve bahar, yeşile çalardı geceleyin. çocuk düş'kündü ve düşleri yemyeşildi o gece. o gece, çok uzaklarda iki alim ellerini uzattılar doğaya. o gece, çok uzaklarda, bir kez daha kurtuldu toprak ve yağdı yağmur bereket niyetine buğdayların, arpaların üstüne.

çocuk, heybesinden çıkardı boncuklarını ve saçlarına dizdi teker teker. çocuk, müziği duyduğu yere gitti yavaşça ve baktı dans eden kızların yüzlerine.
çocuk, o gece uyuyakaldı yeşil kırların üstünde ve bir çiçek yuvalandı saçlarına, bir kelebek ellerine kondu o gece.

o gece bir yerlere bahar geldi, gece yeşillendi ve bahar yeşile çaldı. bahar, o gece bir yerlerde yeşili çaldı.


giz.
mayıs10.

5 Mayıs 2008 Pazartesi

yekta'nın sözü


''bir gün bırakıp gittin.


önce ne olduğunu anlamadım. şaşkınlık bile değildi. kızgınlık, yoksunluk, umursamazlık; hayır, hiç biri değildi. komiktir belki diye düşündüm ama o da değildi. gülmek için anlamak gerek, ben anlamamıştım.

kent, camları uzun süredir temizlenmemiş eski bir işhanı kadar puslu gösteriyordu herşeyi. akşamüstleri çayın altını yakıp, "bir koşu" kuru pasta almaya gittiğimiz, küçük pastane kapalıydı. camında "anlamaya gittim, gelcem" yazıyor sandım önce, ancak yaklaşınca okuyabildim gerçeği: "mal almaya gittim, gelcem" ben gerçekleri ancak yaklaşınca okuyabiliyordum.

ortalık, istemediği birine verilen genç kızın, kına gecesindeki çığlığı kadar sessizdi. belki yolun kenarında çiçek satan çingene neler olduğunu anlamıştır diye ona doğru yürüdüm. önündeki boş teneke kutuları gösterip, "bu gün mezatta çiçek yoktu," dedi. neden herkesin ve herşeyin "gitmiş" olduğunu düşündüm, yanıtını bulamadım.

"belki de," dedim kendi kendime, "sözleşmiş, bir oyun oynuyorlardır bana." sevmedim bu fikri. oysa oyunlara ne kadar düşkün olduğumu bilirsin. ama zamanın ebe olduğu bir oyunda yer almak istemem ben. her sobelenişte biraz daha yorulacağım bir oyunu neden oynamak isteyeyim ki?

köşebaşında durup, yoldan geçen arabaları kovalama çetesi oluşturan köpeklerin lideri boncuk, sakin sakin oturuyordu. "yoksa şimdi o da konuşmaya mı başlayacak?" diye düşündüm. olmaz değil mi? kızma hemen, unutuyorum böyle şeylerin sadece kitaplarda olduğunu.

kitaplara sarıldım hemen. bir uçak kazası sonrasında sevgilisinin etlerini yemek zorunda kalan kazazede gibi saldırıyordum romanlara, öykülere, şiirlere. her bir satır bana acı veriyor ama yaşamak için okumak zorunda olduğumu söylüyordu. bir gün bırakıp gittin ve ben seni yedim.

belki de yeterince zeki olmadığım için anlayamıyordum. benden daha zeki olduğunu bildiğim dostlarıma sorabilirdim ne olduğunu. yoksa bu problemi tek başına çözmem mi gerekiyordu. yoksa yardım almam, senin için kopya çekmek anlamına gelirdi? sana bir sır vereyim mi; yemeğe gittiğimiz ve o seni çok mutlu ettiğimi söylediğin gece, mutluluğun büyüsünü yan masada oturan oğlandan kopya çekmiştim. mutluluk için zeki olmak gerekiyor mu?

o fotoğrafı çektiğin günü hatırlıyor musun? çok mutluydum. mutluyduk. "sakın kıpırdama," demiştin. oysa bak, nasıl da duramamışım yerimde. istediğin bu muydu? kıpırdama diyerek yarattığın tedirginliğin yansıması mıydı? yoksa beni tedirgin eden mutlu olmam mıydı?

kent, leblebi tozu yedikten sonra ıslık çalamayan bir çocuk kadar çaresiz, geceye kavuşuyordu ve ben ne olduğunu anlayamıyordum. oysa nasıl da sorardın herşeyi ve ne de güzel anlatırdım sana gizleri. kendi gizlerimi saklayabilmek için sözcüklerin gizemine sığınırdım. senin kapılarını açabilmek için, sözlerin kilidini kırardım. şimdi gecenin en karanlık köşesinde aynı sözler, celladım olup, kendi seslerini okuyorlar.

bir gün bırakıp gittin ve ben hiç bir şey anlamadım.

ilkokul öğretmenimin küçücük elleri vardı. birinci sınıfta, okuma yazmayı herkesten önce öğrenip, kırmızı kurdeleyi hakedince, kalın ciltli bir kitap hediye etmiş, sonra da o küçük elleriyle saçlarımı okşayıp, "çok zeki bu çocuk çok, herşeyi hemen anlıyor," demişti.

ben sana çocukluğumu vermiştim. onu da götürdün. bu yüzden mi hiç bir şeyi anlamamam? tabii ya, sen o zeki çocuğu da götürdün giderken. çarpım tablosunu, keşifleri, icatları, yağmurda ıslanmaları, lezzetli kuru pastaları, gündoğumlarını, günbatımlarını, sözleri, sesleri ve her birinin büyüsünde bin gece harcadığım kelimeleri anlamıyorum artık. herkesin bu kadar zeki olduğu bir kentte, ben bir aptalım artık.

ne olur geri gel, şu kırmızı kurdeleyi de al benden...''

yekta kopan.


1 Mayıs 2008 Perşembe

sevgi "emek"tir.


[fotoğraflar: http://ntvmsnbc.com]

1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramımız Kutlu Olsun !