24 Şubat 2008 Pazar

Eugene Francis Jnr.

Sokak savaşçılarımız vardır. Bazıları müzik yapar, bir kısmı tiner çeker, ötekisi dans eder, filan.. Güzel çocuklardır hepsi lakin. Birbirinden daha iyi cümleler kurmak için yormazlar kendilerini, sokakta yaşayıp, kendilerine düşten evler kurarlar..

Eugene Francis Jnr da onlardan biri, desem, hiç mi hiç yanılmam. Ama onlardan bir farkı var, onun kafasında tüyler var! Onun kafasında bir sürü Kızılderili tüyü var. Müziğinde bir Kızılderililik yok ama, aldanmayınız..

İngiltere’den varıyor bu tarafa müziği, yer yer bildik, tanıdık tınlasa da garip bir büyü sarıyor etrafımı dinlerken, biraz çocukluk tınlıyor müziğinden, büyümek isteyen, ama öteki taraftan korkan, hayatın gerçeklerinden. Ama gördüğümüz bir şey var, iyi gitar çalıyor ve gözleri çok güzel.

Adem’den Bright Eyes’a kocaman bir liste yapmış kendine “seviyorum yahu” diye. Biraz daha dikkatli dinleyince hepsinden bir şey bulabiliyorsunuz müziğinde, sesi müziğe ikinci melodiyi ekliyor gibi..

Kızılderili ruh var ya bir köşede de, ister istemez içiniz ısınıyor zaten ilk bakışta.
Ben çok sevdim, çok beğendim, pamuklara sarasım geldi, festival yapacağım ilk onu çağıracağım, görürsünüz hepiniz.

Ha derseniz ben de dinleyeceğim, şuradan buyrunuz:

myspace
legion presents

19 Şubat 2008 Salı

Iron and Wine

Bazı müzisyenler evime şenlik getiriyorlar, bazıları içimdeki hüzün kapılarını çalıp çalıp kaçıyorlar, lakin Iron and Wine, yani Sam Beam, kapıyı çaldı ve sordu: “Biraz hüznünüz var mıydı acaba?”

Olmaz mı, dedim Sam, sen yeter ki hüzün iste, ve başladık..

Kendisiyle tanışmam biraz katakulli oluyor galiba, bugünlerde sakal-saç fazlalığını göz önünde mi bulunduruyorum nedir artık, gezinirken bir azizle karşılaştığımı sanmıştım-yanılmamıştım.

Tee Florida’lardan müzik yapıyor Sam, diyor ki “ben girmem böyle pis işlere” ve başlıyor ilk albümü “The Creek Drank And The Cradle’ı evinde kaydetmeye, işe bir sürü enstrüman karışıyor, bizim cümbüş-onların banço, Erkan Oğur’un perdesiz gitarı, filan..

Hiç kaybetmiyor bu amatör dürtüsünü lakin, önemli olan da orası. Hep ortalığa nanik yapar gibi bir hali var, o ağırbaşlı duruşunda bile.

Garden State filminde, Grey’s Anatomy dizisinde filan kullanılmış şarkıları. Sonradan öğrendim ben-hiç dizi seyretmem de. Sonra gelen ep’ler filan var, ama beni tavlayan, mat eden son albümü “The Shepherd’s Dog” oldu. Kendimi Heidi’nin içinde filan hissettim ilk dinlediğimde.

Albümdeki her şarkı ayrı ayrı nüfuz etti bünyeme, öyle ki, her saniye ayrı bir ruh haline bürünen bana bile yetişebildi bu albüm, bu hususta. Lakin bir iki şarkı var ki, aman diyeyim, onun size uyuşmasını bırakın bir kenara, bir anda şarkılar ruh halinizi belirler oluyor..

Carousel var mesela. Dikkat ediniz. Kendimi bir spiralin ortasına terkedilmiş hissediyorum bu şarkıda. Ne alaka, ben de anlamadım. Ama evrenin özünün bir spiralden oluşma hikayesiyle ilişkili olabilir..

Hemen ardından House By The Sea geliyor. Rahatlıyor ve kendinizi deniz kenarındaki evde sallanan sandalyede muhayyile başlıyorsunuz..

Derken, Resurrection Fern adlı o şarkı. Bir gün olur da Sam ile tanışırsam, ciddiyim, çok fena laf işitecek benden bu şarkı yüzünden “dostum” diyeceğim ona, “canım Sam, benim gibi bir acılar kralı bunu yazabilirdi ama sana noluyor ki?”

Ve kapanışa kadar bu hüzünle sürüklüyor sizi, Boy with a Coin var oralarda bir yerlerde, metroda gitar çalan çocuk misali.. Son şarkıda tabiri caizse yerle yeksan ediyor sizi bu adam.. Yer yer şöyle böyle tınlıyor da diyemiyorum, kimse gibi tınlamıyor galiba.. Ama biraz Sufjan Stevens, biraz Jose Gonzalez, Elliott Smith kokuları almıyor değilim hani..

Ne yapmalısınız şimdi, bilmiyorum. Eğer kendi yalanlarıma sizi inandırabilmişsem, açın bir Sam Beam dinleyin şimdi –ya da Demir yahut Şarap, siz seçin.

bakınız myspace

dipçik: Bir de sinema hocasıymış Miami Üniversitesinde, napsam yahu gitsem mi.