30 Ocak 2008 Çarşamba

Devendra means at home.

ÖSS'ye gerçek anlamda çalışmadığımı itiraf etmeliyim. lakin zevkle yaptığım bazı işler de yok değil. misal, doğa ana'nın oyunlarıyla pek güzel vakit geçiriyorum bu aralar. ho la Gaja, çok yaşa Gaja!

dersane ev ve okul arasında müthiş bir hayat sürüyorum. arada müzik dinlemeyi ihmal ediyorum, yazı yazmıyorum, kafa dinlemiyorum, insanlarla konuşup vakit kaybediyorum; zira düşüncelerin yarısını felce uğratıp, kalan yarısını öldürüyorum. ilk kez kış mevsiminden bu kadar sıkıldım, oysa en sevdiğim dört mevsimden biridir kış. şimdi hep bahar olsun istiyorum. hep birileri gelsin ve konaklasın istiyorum evimde. hiç gitmesinler, bereketleriyle, güzellikleriyle hep orada, içimde, evimde kalsınlar.

ben, çalışmam. nefret ederim çalışmaktan. rimbaud gibi tıpkı. onun kadar da yalancıyımdır. lakin o, jean nicholas arthur rimbaud, sıkı yürür. benim gibi biri, dik bile duramayan giz, hiçbir zaman onun kadar inandırıcı olamayacağım. kendime bile.

gitmem gerekiyor.
devendra banhart dinleyiniz. "ev"de hissettiriyor. aşık ediyor, özletiyor, ağlatıyor, güldürüyor filan..

beni biriniz yollasa başka diyarlara? lakin bunca evsizlikten ve huzursuzluktan pek bunaldım.

giz.

24 Ocak 2008 Perşembe

cannevar



Bazı şeyler bilirim. Biraz simya ve büyü. Eğer yaşadığımız dünyaya indirgersek bunları, inanın ki, bir divâne bile sayılabilirim..

Dostlarım arasında biraz gergin, fazlaca sinirli, çok konuşan, hatta susmayan ve hatta bazen konuşamayan olarak bilinirim. Açıkçası bir hiç’im, sizden tek farkım bu devrânda sizden daha az hissedilişim, yahut bazılarınızca görünmez oluşum..

Ettiğim lanetler dönüp beni bulur mütemadiyen. Hayat karşısında Irak halkından pek bir farkım yok, söylemem gerekir ki. Nasıl ki başlarını savaştan kaldıramıyorlarsa; aynıyımdır, sadece başım kalkmaz sıkıntıdan.

Fitneye tutulmuş kelâmlar ederim her daim; ben, büyülü, sıkıcı ve denebilir ki işe-yaramaz küçük bir çocuğum. Ben, siz sade acılarınıza söverken, size dönüp boş boş bakanım. Sevmediğinizim ben, düşünmediğinizim. Elinizden kayarken aynalarınız, bin parçaya bölünenizim..

Ahh! Masallara hapsolması gereken, bir hiç yahut bir piçim.

Kendimi hapsettim Güneş’in aşkına, bir ayçiçeği bile sayılabilirim; gün döndükçe, yüzünü gün’e dönen.

Şaraplar akar bacaklarımdan bazen, kimi zaman düşsel yeşil canavarlar görürüm siz yerine. Öğrenmeniz gerekiyor, derdim sizinle değil; derdim, kendimle.

Bilemezsiniz, çoğu zaman bir Rodos şövalyesinin Osmanlı’dan kaçışı gibi kaçarım toplumdan.

Soru yok, sonuç yok, derman yok, lakin çok olan bir şey biliyorum: aşk..

Aşkımdan kapatırım kendimi renklere, ben. Doğadan çaldığım gülümsemelerimi yollarım yedi düvel, dört bucağa. Göremezsiniz bunları, merak etmeyiniz. Görmeniz gerekenler, kendi yüreğinizin içindekilerdir.

Tanrınızı alt edebilirsiniz bir şekilde, yok sayabilir, ona sövebilir, onu övebilir yahut ibadet edebilirsiniz. Lakin yüreğinizi yok sayamazsınız. Bir ihtimal pencere dışından seyredebilirsiniz onu. Bilirsiniz ki, kar yağdı mıydı, içeri girmek zorunda kalacaksınız..

Bana gelince, hiçbir sesi duymamakta üstüme yoktur. Bu yüzden aranızda da yalnızımdır çoğunlukla. Yalın, sâfi ve oyunbaz. Bazen yüreğimden yükselen melodileri ve içime doldurduğu raks etme isteğini bastıramaz ve kendi kendime konuşmaya başlarım. İşte başa dönüyoruz, insanlarınız seslerimi duyar ve hemen basmakalıp bir sözcük verirler bana: “divâne”

Nice gerçekliklerden kaçıp düşlere sığınırız çoğumuz. Bizi birbirimize en çok yaklaştıran yol burasıdır. İtiraf etmeliyim ki, düşlerime giren bazılarınızı severim. Lakin, mutsuzluk tanrımdır benim. Uyumam gerekir, affedin. Gitmem gerekir, belki ölmem ve çürümem, yahut uyanıp konuşmam.

Konuşmalarım sizin uyku-nedeniniz, benim düş-sonuçlarım olacaklar.

Biliniz ki, sizden biri değilim ben, zira hepiniz kadar yok, hiçbiriniz kadar varım.

Ben puslu şiirlerde adı okunan, masallarınızda kulağı çınlayan yeşil renkli canavarım.

gizem/29aralık07

Rimbaud


Tam da sana layık bir gün, bugün, Rimbaud.
Sularla dolu karanlık bir sarnıç; sularda balıklar, balıklarda biz.

Biri yana yatıyor balıkların, Rimbaud, o galiba benim ile senin için orada duruyor. Balık, ölüyor Rimbaud.. Yanına turuncu balık geliyor, yokluyor "ne" olduğunu, bulamıyor.. Kaç kez yanıldık biz değil mi? Kaç kez bitirmek istedik, ama başladık, gitmek istedik ama döndük.. Koskocaman bir balık Rimbaud, şiirlerin kadar büyük, düşlerim kadar büyük..

Ah Rimbaud, tam da sana layık bir gün, bugün..
Sanattan konuşan hanımlar yanımda, senin yanındaki şiirbilmez şairler gibi..

Kırmızı bir ışık yanıyor şiirlerin için, ama canımı acıtmıyor bu sefer, kırmızı..

Başlıyoruz Rimbaud; şiirlerin ile bekaretim bozulacak..

gizem.[Rimbaud dinletisi evveli, 29 Aralık]

18 Ocak 2008 Cuma

Grace Slick & The Great Society



bugünlerde en güzel keşfim sanırım Grace Slick'in Jefferson Airplane'den evvelki grubu olan Great Society oldu. tabi bundan size ne. isterseniz kaale dahi almayabilirsiniz; ama söyleyeceğim.

Grace Slick, 1960 beat kusağının en güzel kadınlarından biri bana kalırsa. Janis Joplin'in bile kıskandığı tek kadın vokal.
sonradan çözdüm ben bu olayı.
Janis Joplin'in sesi güzeldir. bu tür vokallerden hazzetmeyen birine dahi bu kadını dinletseniz "evet" der "Janis, en iyisidir."
lakin Grace icin aynı şeyleri söyleyemem. Grace'i anlamak icin biraz beat ruhu, biraz hippi damarı olması gerekir kişide. sonra farkedersiniz zaten. "eğer Grace'in sesini duyabilseydi insanlar" dersiniz siz de "kesinlikle dünyada barış olurdu; otla, marihuanayla ya da müzikle. elimize silah tutturulmadan.."

Great Society'ye dönecek olursak; Jefferson Airplane'in hit şarkıları Somebody to Love ve White Rabbit (ki hayatımın fon müziğidir) bu dönemde çalınıp söylenegelen şarkılar olmuşlar. ve hatta, White Rabbit'te psychedelic müziğin dibine vurmuş grup. Grace ise doğaclamanın sınırsız sınırlarında dolaşmaktadır "Sally Go 'Round The Roses" adli şarkıda. Jefferson Airplane'in o "folk"cu durusuna karşılık Great Society fazlasıyla "psychedelic" kalmıştır bu yüzden.
"Live At The Matrix" adli konser albümünde benim gözüme en çok takılan şarkılara dönecek olursak, "Often As I May" adli 7. şarkı. zaten gariptir albümlerin 7. şarkıları hep dikkatimi çeker benim. Often As I May'in sözlerini inanın ki hiç okumadım. ama hep o "gelmeyen" sevgili acısı, bu şarkıda garip bir şekilde su yüzüne çıkıyor. "I love him" diye giriyor şarkıya, içinizde bir sızıyla dinlemeye devam ediyorsunuz.. "Darkly Smiling" biraz karanlık bir şarkı. Janis'i Grace'ten ayıran kısım hep budur bence. Grace'in o menekşe gözlerinin altındaki hüzün. bu sarkıda onu görebilirsiniz iste. ve "Nature Boy". Nature Boy'un ne kadar garip bir şarkı olduğunu başka bir zaman işleyeceğim, lakin bugüne kadar yapılmış binlerce Nature Boy yorumuna rağmen en güzelinin Grace olduğunu söyleyebilirim. (eden ahbez, rahat uyu)

gözlerinizi kapayın ve kendinizi bu zamanın en hırçın, en güzel kadınının menekşe kokulu sesine bırakın..
kendiniz için yapabileceğiniz en güzel şeylerden biri bu, bana sorarsanız.

ben yaptım, oluyor. ciddiyim..

giz. 5eylül7 / 21.04

Robert Plant aka. The Golden God


tarihler bir temmuz gecesini gösterir. o temmuz gecesi ki, ömrün zirvesidir.

biletler aylar evvelden alınır; düşler kurulur; dvd'lerin, video görüntülerinin ve albümlerin üstüne yatılır; bir kahraman bellenir o; o ki plant; plant ki anti-hero!

konserden saatler önce kadim dostum Sâye ile kuyruğun en önüne geçmiş; bulduğumuz iki eski toprak ile sohbet etmekteydik; aramızda en az 40 yaş fark vardı. yani onlar doğmak istediğim zamanlarda doğmuslardı.

sonra kapılar açıldı ve şans diledi güzel kadın bize: "çok güzel günler geçirin ve dinleyin müziğinizi, çok güzelsiniz siz." eğildim önünde ve teşekkür ettim tüm çocukluğumla.

içeri girdik sonra. harbiye'ye bir sürü kez gelmis olan ben; ilk kez bu kadar heyecanlıydım. kalbim boğazıma dayanmıştı tabiri caizse; nefesim kesiliyordu.
sonra Selim Sesler'i gördüm harbiye sahnesinde, Selim Sesler ki çingeneliğimin nefesidir. "ahhh" dedim, "bu ne güzel başlangıç böyle."

yalnız, Selim Sesler çalarken insanların yerlerini aramaları ve büyük adamı pek kaale almamaları kanıma dokunmadı değil.

Selim Sesler eğildi önümüzde ve terketti sahneyi; kocaman halılar döşediler; gitarlar akort edildi; belliydi ki geliyordu..
saatler tam dokuz otuzu gösterirken; elemanlar çıktı sahneye; arkadan uzun saçları, siyah tişörtü [iddiaya girmiştim hangi renk tişört giyecek diye.. bordo bekliyordum, niyeyse.] "yaklaşmayın yakarım" tarzı bir kurukafa, tüm asaleti, güzelliği ve büyüsüyle dikildi Istanbul'un karşısına Plant. "Tin Pan Valley" ile basladı üstümüzü başımızı yakmaya..
üçüncü şarkıda eski bir melodi fırladi sahneye: Black Dog! ve koca Plant'in 40 yıl evvelki haline dönüşünü görmek büyüleyiciydi doğrusu..
ve sonra akustik gitarlar alındı ellere; koca düş şarkımın akorları peşisıra geliyordu. "they say: she plays guitar, cries.. and sings.." Plant, naptın be?

gözlerimin doluluğuyla geçen iki şarkıdan sonra evet, ağlamaya başladım. çünkü bazen içiniz dolmuştur ve bir şarkı aniden çıkagelir: "babe, babe, i'm gonna leave you.. i'm leave you in the summertime.."
herkes ayağa kalktı ve sevinçle hüzün arasındaki o nokta vardır ya hani; belliydi ki herkes oradaydı..
sonra çat diye bitti konser. çat diyorum çünkü ben şöyle üç cd'lik filmler gibi olmasını bekliyordum galiba; misal Underground. başladın mı bitmeyecek, bitmesini istemeyeceksin.

ben böyle bir kalabalık görmemiştim zira.bazıları "oturdu seyirciler" diyor, "Plant sıkıntıya düştü" filan diyor da, bana hiç öyle gelmedi niyeyse, zira her şarkıdan sonra Istanbul'un anca kaldıracağı bir gürültü geliyordu seyirciden: "Plant, sen bir tanesin" diye.

sonra geri geldiler; yıkıldı Harbiye, bildiğiniz yıkıldı.
ve The Enchanter başladı; o asrın göreceği en güzel sözlü şarkılardan biri..
araya Ya Lelli karisti; Arap havası da soluduk bir güzel; öğrendik ki Ümmü Gülsüm hayatını değiştirmiş Plant'in; "ahh be Plant" dedim ben de "ne güzel adamsın sen!"
bendirini seveyim be!

belli ki geliniyordu sona. ve patladı iste o an, Istanbul; Whole Lotta Love ile.
o şarkıyı pek sevmezdim bilir misiniz. grupların en sevilen şarkıları hep itici gelmiştir bana.
ahanda açtım dinliyorum şimdi.. dün o şarkıdaki coşkuyu; bir defa, bin defa, yüzbin defa daha yaşamak için..

ellerim halen şiş, gözlerim halen şiş..
konserden geldim ve açtım şarabımı.. gün bugündür diye.. asırlardır bekliyordum çünkü, 98'de taso oynuyordum ben, sanmayın ki kaçırdım konseri..

"See you soon" dedi ya, ben ölsem de gam yemem artık.. ama gelmezsen Monsieur Plant, ben gelirim yanına, duy.

dünyanın ibne siyasetçilerine verdiği ayarlar, "robeeeert" diye bağıran hatuna "yes, mom" deyişi, ellerini çırpışı, kalabalığı yönetişi, ritmleri, sesi, dansı..
bu adam kesinlikle yaşlanmayacak!

ve gördüm ya hani. toz toprak silindi ya üstümden; sırf bu yüzden bile sağol Plant, hani göreceğin yok ya, olsun iste.

Keloglan'ın bir sözüyle bitirmek istiyorum bugünü.
"Kuş tüyü yastık, yemyeşil çimen gibisin Plant.. insan öyle rahat ediyor ki yanında.."

ps. yaşlı kadının bana ayarlamaya çalıştığı şile bezi pantolonlu uzun saçlı çocuk, hemen çık ortaya! hayır, yanlış anlaşılmasın, sadece aşık oldum. çıkmazsan plant'e adayacağım kendimi. zira sanırım pek bi yüreğim pırpırlandı dün plant yüzünden.. ehuheu..

ps2. justin adams müthiş bir gitarist. page'in gelmesini beklemiyorduk herhalde?
ayriyetten adam, türkiye'yi baştan sona dolaşmış, ozanlarla birlikte gitar çalmış. bu deyimi kullanmak istemezdim ama, bok atarken iki kez düşünmeli insanlar.

ps3. strange sensation doğu'ya oryantalist gözle bakmıyor. bunu mighty rearranger albümünün her saniyekaresinde dahi görebiliyorsunuz. zira bendiri, darbukayı çalarlarken bile gözlerinden samimiyet akıyordu adamların.

ps4. "see you soon" güzel adam. see you soon..

gizem. 5temmuz7